Kuruyan göllerde beklenmedik karşılaşmalar

#Tıkanma
Larissa Araz
Hakkında Diğer Yazıları
Ece Gökalp
Hakkında Diğer Yazıları
Salda Gölü, Burdur, Şubat 2019, Ece Gökalp

 

Ece ile tanışmam 2015'te Ermenistan'a gitme hayali ile gerçekleşti. Bir proje çerçevesinde Soykırımın 100. yılında tehcir yolunu izleyip, Ermenistan'a ulaşacaktık. O sıralarda Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da da benzer bir felaket yaşandığı için, proje kapsamında sadece Ermenistan'a gidebildik. Ece ise bu süreçte Berlin'e yerleşmek üzereydi ve bir takım sorunlar yüzünden bizimle projeye devam edememişti. Ama bu yolculuğu çok sonrasında, arabayla tek başına gerçekleştirdi. Bana Ermenistan'da yaptığı projesini anlattığı sırada yeni kurulan poşe'ye onu ve projesini davet etmeye karar verdim. Ece'nin yüksek lisans projesi A Mountain As Many (Bir Dağ Kadar Çok) bu şekilde 2018'in Haziran ayında poşe'de sergilendi. Ermenistan'a beraber gidememiştik ama Ermenistan bizi tekrar bir araya getirmişti. Sergiye hazırlanırken neredeyse bir ay beraber çalıştık. O sıralarda günlük dertlerimizi, pratiğimizle hayatlarımızın kesişimlerini, ortasında kaldığımız ikilemleri paylaşmanın verdiği rahatlığı hatırlayarak ve ayrıca Ece'nin paylaşmak konusundaki bonkörlüğünü göz önünde bulundurarak, Covid-19 süresince yaşadığım kişisel tıkanmayı (kendimce tıkanmaktan çok umutsuzluk olarak tanımladığım bu duyguyu) onunla konuşmak istedim. 

Depo'da katıldığı Yukarıda Sis Aşağıda Toz Bulutu grup sergisinin açılışından hemen önce birlikte sigara içerken, bana o sıralarda üzerine düşündüğü projeden bahsetmişti. Kısa süren görüşmemizden kalanlar bende öyle bir yere tohumunu ekmiş ki, bu dönemlerde geri dönüp bakmak istediğim yegâne işlerden biri oldu. Ece pratiğinde çoğunlukla kendi duygusal tıkanmalarını toplumsal bir tıkanmayla bağdaştırıp, birey ile toplum arasındaki görünmez bağları kendi bakışıyla ortaya koyuyor. İşlerinin üretimi kadar, araştırma süreci de yoğun bir emek alıyor. Başlama sebebi de tıkanmaya bağlı olan, kod adıyla Kuruyan Göller projesini, en tıkanmış hissettiğim bu sıralarda açmak istedim. Maksat kendi tıkanmamı paylaşmak, birbirimizden güç almak. Ve onu aradım. Kuruyan Göller projesinden bahsetmeden önce biraz geriye sarıp projenin çıkış sürecinden konuşmak istiyordum. A Mountain As Many (AMAS) projesini yeni bitirmişti ve aynı dönemde Berlin UdK'daki Art in Context yüksek lisans programından mezun olmuştu. Sonrasında süreç nasıl gelişmişti? Yeni projesi nasıl başlamıştı? Bir diğer deyişle onu dağlara bakmaktan göllere bakmaya çeken şey ne olmuştu? Bunları sordum: 

"2018 yazının Temmuz ayı itibariyle yüksek lisans tezimin, büyük bir projenin ve birkaç serginin tamamlanmasıyla büyük bir boşluğa düştüm. Tezi yazarken inanılmaz bir anksiyete sorunu yaşamaya başlamıştım. Her gün panik ataklar, sabahtan akşama kadar süren bir nefes darlığı, kalp sıkışıklığı, asla konsantre olamama filan gibi hâllerdeydim. Sanırım yazı yazmak benim için çok zor çünkü büyük bir konsantrasyon ve disiplin gerektiriyor. Benim beynimde öyle bir keskinlik yakalamak biraz zor. Bu arada projelerimde sürekli yazı yazmaya çalışıyorum, o yüzden bu durum biraz da trajik. Her neyse, bu boşluk ve anksiyetenin belirsizlik ve gelecek kaygısıyla birleşmesiyle kımıldayamaz hâle gelmiştim. Her gün bir duygu fırtınası içinde ve yatalak bir şekilde bu hâlden nasıl çıkacağımı düşünüyordum," diye anlattı.  

Ece'nin tıkanmasını dinledikten sonra kendi tıkanmalarımı ve duraksamalarımı düşünmeye başladım. Anlattığı bu duygulanım genelde bende dikkat dağınıklığından başlayıp kendini değersizleştirmeyle sonuçlanan korkunç bir bağlamsızlığa yol açıyor. Yeryüzündeki hak hukuk noksanlığından "ben bir hiçim"e giden, İnternet tarayıcısında biriken 50 pencerelik bir yolculuk. Bu yüzden okuduğunuz yazıyı gerekli-gereksiz linklerle doldurup okurken duraklamanızı, dikkatinizin dağılmasını, hangisinin daha önemli olduğunu sıralamayışınızı birebir deneyimletme amacındayım. Ece'ye kendi yaşadıklarımdan bahsederken onun bu  tıkanık hâlden tekrar nasıl akışkan hâle geçebildiğini sordum. "Bu esnada Seyfe Gölü'nün kurumasıyla ilgili bir habere denk geldim ve üzerimdeki bütün ağırlık o haberde vücut buldu," dedi ve devam etti: "Daha önce hiç gitmediğim Seyfe Gölü'yle bir ortaklık buldum, her ne kadar bencilce gelse de bu bakış açısı, bu buluşma benim için hissettiklerimi tarif edebilme imkânını doğurdu."

Genelde bu tür yoğun duygulanımlardan sonra planlama kısmında tıkandığım pek çok projeyi "daha sonra" diyerek raflara kaldırdığım için haberle karşılaştıktan sonra proje araştırma sürecinin nasıl ilerlettiğini merak ettim: "Tabii ki hemen bir ‘Evreka!' anı yaşanmadı," diyerek güldü. "Beynimin bana dayattığı fiziksel sınırlamaları uzun zamandır yaşıyorum ne yazık ki, fakat mezuniyet sonrası süreç çok daha uzun sürdü. Hâlâ tam çıkabilmiş değilim bu tıkanma dolu kaygı ve korku hâlinden. Bundan açıkça bahsetmek istiyorum çünkü anksiyete ve depresyonun bir şekilde ‘Bir gün bilmem ne oldu ve her şey yoluna girdi,' şeklinde yansıtılması beni her zaman daha da zor bir duruma sokmuştur, bana böyle olmadığı için. Dolayısıyla aylarca, kalkamadığım yerimden konuyla ilgili yavaş yavaş araştırma yapmaya, bunun aslında birçok gölün başına geldiğini görmeye ve bu göllerle ilgili hayaller kurmaya başladım. 7 ay sonra arabada köpeğimle İstanbul'dan göller yöresine doğru yola çıktığım zaman yaşadığım mutluluğu sana anlatamam."

Bu tür bir araştırma yolculuğu Ece'nin ilk defa yaptığı bir şey değildi, biliyordum. Her ne kadar Ece bir proje etrafında yolculuğa çıkmış olsa da, aslında üstü kapalı olarak kendi içine bir yolculuğa çıkardı genelde. Rebecca Solnit Wanderlust: A History of Walking kitabında yürüme sayesinde yaratılan iç diyaloğu şu şekilde açıklar: "İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri bir uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var oluruz ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz. Bütünüyle düşüncelerimiz içinde kaybolmadan düşünmemiz mümkün olur." Yürümeyle veya yolculukla gelen açıklık acaba yaşadığım dikkat dağınıklığından kaynaklanan önem kaymalarıma da bir çözüm olabilir mi, diye düşünürken Ece anlatmaya devam etti:

"Kendimi böyle bir durumda çok zorlayamayacağıma karar verdim. Zaten büyük bir projeyi yeni bitirmiştim, biraz yavaştan almak istedim. Senin de bahsettiğin gibi, tanıştığımız 2015 yılından 2018'in ortalarına kadar yoğun bir şekilde Ağrı Dağı'yla ilgili çalıştım. Benim için bazen bir proje hayatımın yegâne anlamı hâline geliyor ve bu durumun doruk noktasını bu projede yaşadım diyebilirim. Gece gündüz Ağrı Dağı'nı düşledim ve gidebildiğim iki sefer dışında da asla istediklerimi tamamen yapabildiğim duygusunu yaşayamadım. Hâlâ yılın her dağın Ermenistan'dan görüneceğini bildiğim zamanları (Ağrı Dağı, sonbahar ve ilkbaharda kısıtlı bir süre Ermenistan'dan görülebiliyor,) oraya gitmenin ve projeye devam etmenin hayalini kuruyorum. A Mountain As Many'yi aynı zamanda yüksek lisans tez projem olarak ele aldığım için, görsel kısmı dışında kalan bu tarafı da inanılmaz yoğun ve yorucu bir süreçti. Her ne kadar hâlâ projeyi tam anlamıyla bitirdim sayamasam da; tez savunması, sonrasında poşe'de AMAS'ın solo sergisi ve Berlin'de mezuniyet sergisi derken, her şey bittiğinde bu büyük yüklenmenin beni tükettiğini hissettim. Bu yüzden biraz doğaçlama yapmaya karar verip, Burdur civarındaki göller yöresinden birkaç göl seçtim ve gerisine yolda karar verdim. Zaten haberlerde de göller yöresindeki 50 gölden 34'ünün kurumayla karşı karşıya kaldığını, kimisi için çok geç olduğunu, hepsinin ekosisteminin geri dönülmez biçimde zarar gördüğünü okuyordum.

Sonucun nasıl olacağıyla ilgili aklımda canlanan sadece göllerin portreleriydi. Göl gibi düz manzaraları çekmeye çok alışkın değilim, o yüzden de biraz endişeli olduğumu hatırlıyorum. Hatta 21 Ocak'ta yazdığım bir nottan şunu paylaşayım direkt ve çaresizliğimi gör: ‘Çok stresli hissediyorum. Göllere bakıyorum. Kurumuş gölün estetiğine bakacak kadar fikirsiz ve çaresiz hissediyorum. Ne, nasıl yapılıyordu unutmuş gibiyim.' Sonuçta yola çıktıktan sonra bu kaygıların çoğu gidiyor benim için, çünkü kendimi en doğru hissettiğim an yollarda, bir kamerayla o sırada arzum olan konu peşinde dolanmak. Bunları biraz hayatımın karanlık yüzünü göstermek ve buna rağmen çabalamaktan vazgeçmemeye çalışmaktan bahsedebilmek için paylaşıyorum."

Bir projeyi araştırırken doğaçlama hareket edebilmek tesadüfler ve karşılaşmalar sayesinde genelde yön değiştirmeye, tekrar bakmaya ya da proje içinde gizli kapılar açılmasına sebep oluyor. Bunu pek çok kez kendi araştırmalarımda da yaşamıştım. Bir incir ağacının peşinden Güney Kıbrıs'a giderek T.C. kimliğimi kaybedip hiçbir yere ait olmadığım bir anda neyi aradığımı sorgulamaya başlayınca; o projenin ağaçtan çıkıp kaybolan, yitip giden kimliklere dönüşmesini izlemiştim. Ece'ye bu tür tesadüfi karşılaşmaların projesini etkileyip etkilemediğini sordum: "Yolculuklarda yalnız olmak aslında benim için en ideali. Son yıllarda çoğu projemde insanlarla yaşadığım diyalogları da projeye dahil ediyorum. İnsanlar bahsettiğim konuyu, coğrafyayı, ruh hâlini kendileri de anlatsın istiyorum. Fakat insanlarla konuşmak, onların fotoğraflarını çekmek benim için büyük bir endişe kaynağı. Bir de gölleri çekerken yanımda köpeğim olduğunu söylemiştim, bazen onun yanımda olduğunu bilmek bile düşünmemi engelliyor. Tamamen yalnız ve yerleşim alanlarından uzak yerlerde olunca düşüncelerime konsantre olabiliyorum ve benim için inanılmaz bir yoğunluğu oluyor o anların. Yani kaygı ve korkudan öte, çok daha duygusal ve varoluşsal bir yoğunluk."

Tuz Gölü, Ece Gökalp, Konya, Şubat 2019                                                                                                                  

 

Ece, göllere bakarken hissettiği çaresizliği anlattığı sırada Kuruyan Göller'de yer alan bazı göllerin bundan sonraki atlaslarda yer almayacağından bahsetti. Yani bu göllerin kayıtlarının belirli mercilerce silineceğini ve bu yolculuğu göllerin son portrelerini çekmek için yaptığını söyledi. Belki de onlara atfedilmemiş ve kendinde bulmak istediği bir değeri onlara geri vermek istiyordu. O bunları anlatırken aklıma iki şey canlandı. Birincisi toplumsal hafızamızın kaygan zeminiydi, çünkü aslında göllerin portresini çekmek istemesinin nedeni bir hafıza oluşturma çabası gibi geliyordu bana. Beni kendi pratiğimde harekete geçiren en büyük etken de bu hafıza tıkanmaları. Ece de bunların çoktan solmuş birçok hafıza gibi yitip gitmesini istemiyor belli ki. Kayıt tutabilmenin Ece'deki önemini sormaya karar verdim. Aklımda canlanan ikinci şey ise göllerin portresi konusu... Onunla konuşurken portreyi hep insan üzerinden düşünmenin ne kadar insan merkezci bir yapı olduğunun farkına vardım. Manzara fotoğrafını hiç portre gibi tanımlamıyordum kafamda, ama söylediği gibi o da bir portre değil miydi? Eğer portreler çekilen öznenin karakteristik özelliklerini barındırıyor ve bu öznenin bir belgesi oluyorsa, neden bir gölün güçsüz, tahrip edilmiş fotoğrafı portre olmasın ki? Ece biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı:

"Şimdilik Kuruyan Göller diye bahsettiğim bu çalışmanın odağında aslında öncelikle -bireysel hikâyemden yola çıkarak- toplumsal bellek üzerinden kimlik oluşturma var. İstanbul'da 2010'larda iyice hızını almış kentsel dönüşüm, 2013'te Gezi protestoları ve ilerleyen yıllarda iyice agresifleşen politikalar, uzlaşamayacak noktaya gelmiş görünen polarize toplum ve benim 2014'te artık nihai olarak Almanya'ya yerleşmem ile beraber; bellek ve kimlik arasındaki bağ iyice sorunlu bir yapıya dönüştü benim için. Kimlik dediğimiz şey toplumsal, bireysel, politik, coğrafi, kültürel ve nice başka etmenler ile oluşan bir kurgu ve Türkiye'deki yıkım, inkâr ve kıymetsizleştirme politikalarının hepimiz üzerindeki etkisinin güçlü olduğunu düşünüyorum. 

Acı Göl, Konya, Şubat 2019, Ece Gökalp

 

Mesela AMAS'ta inkâr ve kıymetsizleştirme politikasına karşı bir arşiv oluşturma çabası vardı. Bir kişi ve kısıtlı imkânlarla, çok mütevazi bir şekilde hâlâ devam ediyor o proje. Kuruyan Göller'deki ana motivasyonum ise ekolojik kıyımın bireysel ve toplumsal seviyedeki etkileri üzerinde düşünmek. Artvin'deki maden direnişi muhtemelen konuyu kalbime düşüren ilk olaydı. Artvin doğasının tahribatının ekolojik yansımaları benim uzmanlık alanım değil, ama kültürel ve duygusal yansıması sanatsal pratiğimin konusu. Veyahut Kaz Dağları'nın başına gelenler ve direnişin bizler için ne ifade ettiği. Göller yöresinin kaderi, Türkiye'de sanatın ve "demokrasiyle güvenceye alınmış bireysel haklarımızın" başına gelenlerin bir alegorisi veya bir özeti gibi geldi bana.

Bu göllerin kuruma sebeplerine baktığımızda biraz daha anlaşılıyor belki benim kurduğum bu ilişki: Orantısız ve regülasyonu kötü maden ocakları, kaçak su kuyuları, koruma altına alınmış göllerin korunmaması gibi sebepler bir yana; define avıyla boşaltılan göl bile oldu Türkiye'de. Sanki ülkede yaptırım gücü olan herkes sadece günlük kazancına odaklanmış bir şekilde yıkım peşinde. Salda Gölü'nün başına gelenler hepimizin malumu. Gölün popülerleşmesinin büyük bir sebebi olan ve beyaz kumsal diye bilinen şey aslında hidromanyezit minerali. Millet bahçesi yapılacağı haberlerinden bir sene sonra bu mineral kamyonlarla boşaltıldı. Sonrasında hidromanyezit mineralinde silika bulunduğu ve bunun silikozis hastalığına yol açabileceği filan bile söylendi çalınan mineral geri bırakılınca, minareyi çalan kılıfını hazırladı yani. Salda Gölü'nü -başka turizme açılacak gölümüz ve kıyımız yokmuşcasına- illa ki ticarileştirmek ve insana en büyük fayda vereceği şekilde sömürmekten başka bir yol yok Türkiye'de. Bu her coğrafyada böyle değil."

Ece bunları anlatırken Red Thread'in pandemi sırasında çıkan son sayısının editör metni yankılanıyodu aklımda. Jelena Vesić ve Vladimir Jerić Vlidi'nin Nisan 2020 imzalı notu şunları söylüyordu: "Rejimler ‘görünmez düşman' anlatısını güçlendirirken sağlık krizini, tüm aktivistlere ve gazetecilere, tüm muhalefete, tüm azınlıklara, göçmenlere ve yabancılara, daimi iktidarlarını alkışlamayan herkese yönelttikleri saldırılara kılıf olarak kullanarak, ‘gerçek' düşmanlarını görünür kılmayı da garantilediler. Sağcı hükümetler kararnamelerle yönetmeye özellikle hevesliler ve sık sık ‘elitler' ya da ‘kültürel Marksistler' veya propagandacı popülist retorikte ‘vatan hainleri' olarak tanımladıkları sanatçılara ve entelektüellere saldırıyorlar. Sahne gerisinde belki de gelmiş geçmiş en büyük yağma yaşanıyor; sadık kodamanların şirketleri vergi verenlerden toplanan milyonlar, milyarlarla desteklenirken kültür alanında yapılan kesintiler ‘kıyım' başlığını hak edecek ölçülere ulaşmış durumda." Yıkım ve kıyım ülkemizde el ele gidiyor. Sadece ekolojik değil, toplumsal olarak da "Faydası yoksa yok et, estetize edilemiyorsa vazgeç," gibi bir bakış açısı mevcut. Salda'nın Maldivler benzetmesiyle fark edilebilmesi, Ermenilerin topik olarak anılmasından pek de farksız değil bana sorarsanız. (Bkz. Aret Gıcır, Ben Topik Değilim karikatürü) Yine dağılıyorum. Ece'ye anlattığı durumun kendisiyle ve kendisinin taşıdığı diğer kimliklerle olan ilişkisini sordum. 

"Bunun sanatçılarla olan alakasına gelecek olursak, bu tabii ki tamamen benim yorumum ve çok öznel bir yerden gelen bir isyanın tabiri. Ülkesiyle ilgili yapmak istediği bu kadar çok şey varken, artık oraya dönemeyeceğini hisseden bir kadınım. Sanatın ve bizlerin başına gelenleri burada tekrar etmeye gerek var mı bilmiyorum ama Osman Kavala'nın hapiste 950. gününü geçirmesine, Grup Yorum'un iki üyesinin sadece politik sanat pratiklerine devam etme taleplerinin karşılanmaması sonucu hayatlarını kaybetmelerine tanıklık etmişken, kendi sorunlarımdan bahsetmekten sakınırım. Ama aralarında direkt ve dolaylı bağlar olduğu aşikardır heralde, hepimiz için. Ben bu kuruyan, yok olan göller üzerinden bütün bu düşünceleri ve hisleri bir şekilde bir süzgeçten geçirmeye ve bütün bunlarla ne yapmamız gerektiğini anlamaya çalışıyorum diyebilirim." Haklıydı elbette. Pandemi süresince özellikle sanat alanında devlet nezdinde herhangi bir farkındalığın veya fonlamanın ortaya çıkamaması, kolektif olarak örgütlenemeyişimiz… Sanatın da göller gibi kurumaya yüz tuttuğunun göstergesi değil mi, diye düşünüyordum. Kısa bir duraklamadan sonra Ece anlatmaya devam etti:

"Belki de bu kadar anlam yükleyerek ve oradan buraya çekerek ele aldığım bu göller mevzusunu düşünürken, çektiğim fotoğraflar için aklımdan portre tabiri geçiyor başından beri. Burada ben ve manzaramın arasındakinden çok daha yoğun bir ilişki var. Bu göllere atfettiğim değer, neredeyse onlar arasındaki son bir sohbete tanıklık etmek gibi benim için. Yüzüklerin Efendisi'ndeki soyları tükenmeye yüz tutmuş Entlerin homur homur ettikleri sohbetler gibi. Doğanın kişileştirilmesi, antropomorfizm belki insanlık tarihi kadar eski. Zorlama olarak görülebilecek olsa dahi, gerçekte hiç ummadığım bir anda beklemediğim bir yerden, Seyfe Gölü üzerinden, Türkiye'deki kuruyan göllerle kurduğum bağın yoldaşlık tadında bir bağ olduğunu düşünüyorum başından beri. Bu yüzden onların fotoğrafları benim için onların portreleri ve bu göller benim için hafızamdan gitgide silinen kişisel geçmişimin ve aidiyet duygumun bir izdüşümü. John Berger, Sanatla Direniş kitabının başlarında resim için "Resim, her şeyden önce, bizi çevreleyen ve sürekli olarak belirip kaybolan görünürün olumlanmasıdır. Kaybolma olmasaydı herhalde resim yapma itkisi de olmazdı, çünkü o zaman görünür olanın kendisi, resmin bulmaya çabaladığı kalıcılığa sahip olurdu," der. Fotoğrafın böyle bir olumlamayı bu kadar merkezine aldığını düşünmüyorum, belli ki o da düşünmüyor. Ama bunu okuyunca aklıma fotoğraf ve benim kaybolan/kaybolacağına inandığım kültürel ve politik coğrafyaları kaydetme isteğimi düşündüm. Kuruyan Göller'i kayıt altına alma isteğim böyle bir itkiyle beni Berlin'den arabayla Konya'ya sürükledi belki de. Yine de, ekolojik bir felaket üzerinden bu kadar kişisel çıkarım yaptığım için her ne kadar utansam da, çalışmanın sonunda bütün bunların dengeli bir şekilde vücut bulduğu işler üretmiş olabilirim diye umuyorum."

Aret Gıcır