Artist block'u ya da suyu giderinden bir türlü akmak bilmeyen lavaboyu uzaktan ilk defa gördüğümde not aldım: "Bu her neyse, gerçek ya da hayal, bunu boşver." (İngilizcede "f*ck it" olarak geçer.) Tıkanmaya dair şehir efsaneleri duydum ama pek tanışmıyoruz. Bazen beni arar. Açmam. Numarasını engellemedim, çünkü gerek yok. Canavarları yaratan bizler olduğumuz için, onların kabını hangi korkunç öyküyle doldurursak o kadar büyüyorlar. Bunu bir tür korkuyla beslenen King Kong gibi düşünebiliriz. Yarattığım korkuyla korku canavarımı beslemektense başka bir şey yaratabilirim. Potansiyel enerji yönlendirdiğim yer her neresiyse orada kinetik enerjiye dönüştüğü için bir takım olaylar gelişir. (İngilizcede "Sh*t gets done," diye geçer.)
Tıkanıklıkları açmak için birçok yöntem olduğunu gördüm bugüne kadar, bunlardan ilki ve en çok kullanılanı sabırsız bir versiyon olan nükleer saldırı: Korkunç bir kimyasalı (lav-aç) tıkanıklığın üzerine boşaltmak, yetmezmiş gibi kaynar sularla onu yakmak. Doğru evet, "şeyler" böyle ölür. Ama belki de bir elime meşalemi diğer elime de yabamı almadan önce bir sakin olmayı deneyebilirim, bu Frankenstein'ı nasılsa ben yaratmadım mı? Belki onu yakmadan önce ne istediğini anlamaya çalışabilirim (Genelde koşulsuz sevgi istiyor bu tür masallardaki canavarlar.) Lavabo açıcıya gerek olmayacak bir gider sistemi kurmak mümkündür belki.
Yalnız önce sıfırıncı basamak: Müşteri hizmetlerini aradım- ilk iş modem fişe takılı mı onu kontrol etmem gerekiyor. Tıkanıklığın tıkanıklık olduğundan emin olmak için geri kalan tüm sistemlerin çalıştığından emin olmalıyım. Örneğin: Midemde ülser varsa ve ağrısından uyuyamıyorsam, sabahları yorgun kalkıyorsam ve bu sebeple çalışamıyorsam problemim sanata veya üretime dair bir tıkanıklıktan ziyade çözülmeye ihtiyaç duyan tıbbî bir problem gibi görünüyor. Onun çaresini önce tıpta aramak daha doğru olabilir. Bazen tam tersinin çalıştığı da görülmüştür ancak ben her iki tarafa da ilgi gösterilmesi gerektiğine inanıyorum. Bir yerden başlayacaksak önce hardware'i kontrol etmek manalı bir öncelik olabilir. Bu sistemlerin sorunsuz çalıştığına emin olduktan sonra bir yerde hâlâ bir tıkanıklık görüyorsam o zaman ona (mesafemi koruyarak) bakıp bir çözüm arayabilirim.
Bunun için fiziksel tıkanıklığın bir modelini "çizdim."
Burada sarı karalama olarak belirttiğim boşluklara istediğimiz kombinasyonla aşağıdakileri yerleştirebiliriz:
-
Ürettiğim şeyin yeterince iyi olamayacağına önceden ikna olmak ve sonra bu kehânetin kendini gerçekleştirmesine tanıklık etmek (bkz. Self-fulfilling prophecy).
-
Ürettiğim her parçaya aşması için çok yüksek çıtalar çekmek. Aslında bunu biraz kötü ebeveyn olmaya benzetiyorum: Çocuğumun üzerinde çok baskı kurmak ve onun evrende özgürce var olmasına izin vermemek. Mükemmel mi çocuğum? Çocuk mükemmel olmayacaksa hiç olmasın diye düşünmeye karşıyım ben galiba. Belki hepimizden daha "mükemmel" olacaktır seneler sonra, şimdilik biz onu anlayamıyoruzdur. Bunu şu anki bilincimizle doğru değerlendirdiğimize nasıl ikna olabiliriz ki? Zaten mükemmel nedir? Mükemmel, sen neye mükemmel dersen, odur. Bazen kendine diyebilirsin, bazen başkalarına diyebilirsin, böylece her şey mükemmel olabilir. Daha sonra karar değiştirip, önceden mükemmel bulduğun bazı şeyleri mükemmel bulmamakta da hâlâ özgürsün. Her şeyden çok, özgürsün.
-
Etrafımda gördüğüm diğer işleri korkunç eleştiri yağmurlarına tutmak ve dolayısıyla başkalarının da benim işlerimle ilgili böyle düşüneceğine ikna olmuş olmak ("Kişi kendinden bilir işi.") Kendimi özgür bırakabilirsem başkalarını da özgür bırakabilirim, belki.
-
Hayalî bir high art ve low art sınırı içinde hapishane hayatı yaşamak, oradan çıkamamak. Bazı "sanat"ların galerilere, müzelere ait olduğunu, bazı işlerin ancak oralarda olabildiği takdirde high art olacağına ikna olmak. Picasso'yu aldım, plastik torbanın üstüne desen olarak bastım. Low art oldu mu? Peki, Picasso'nun Picasso olduğunu bilmeden plastik torbanın üzerine bastım. Low art oldu mu? Olduysa ne olmuş? Olmadıysa ne olmuş? Geçiniz (Geçemeyenler için Orson Welles'in F for Fake belgeseli 9.9 gücünde bir nükleer, yatmadan önce bir ölçek.) İşlerimi istediğim yere asabilirim, muhtemelen birileri görür, beğenir. Beğenmezse de beğenmez, ben beğenilmek için mi yapıyorum bunları? Beğenilmek için mi yapmalıyım? Kendim beğensem yetmez mi? Kendim beğenince benim gibi şeyleri beğenen başkaları da beğenebilir, ama onun için çalışmıyorum. Değil mi? "Göstermek" ve "beğenilmek" birbirinden ilgisiz düşünülebilir. Beğenilmeyecek olsa bile işleri göstermek, işin başka birileriyle buluşmasına olanak tanıyor. İsterlerse nefret etsinler. Ben bunu önemli buluyorum. Sadi Tekin ilk kişisel sergisi kapsamında bir işini Kuzguncuk'taki bir kasabın vitrinine yapıştırdı, hepimiz bayıldık. Planda yoktu böyle bir şey, başka bir yere yapışması planlanıyordu o işin. Demek ki her şey için inanılmaz planlar hesaplar yapmak daima tek çözüm olmayabiliyormuş. Kasabın camında iş çok farklı insanlarla etkileşime geçebildi. İş de, işin yaratıcısı da, planlanmış ve planlanmamış izleyicisi de etkilenebildi böylece bu işten. Güzel deney.
-
"İyi sanat"ın iyi kabul edilebilmesi için ilgili birilerinin onayına ihtiyaç duymak. Kitabın arka kapağını binlerce blurb'le kaplamakla benzer buluyorum bunu. Sanat benim için iyiyse iyidir. İsterse sanat eleştirmenleri benim için iyi olan sanatı iyi bulmasın. Benim filme verdiğim yıldız miktarı Rotten Tomatoes'unkiyle paralel olmak zorunda değil ki. Benim en sevdiğim çizgi film hâlâ Fantasia. Evet, Mickey dünyayı ele geçirecek. Evet, Disney çizgi filmlerinde kadının nesneleştirilmesiyle, prensesleriyle, çarpık güzellik normlarıyla 5 yaşımdan 30 yaşıma kadar beynimi yıkadı, biliyorum. Ama Mickey'yi hâlâ seviyorum. Kalp benim, sevgi benim. Kimi seversem severim. Artık sevemeyinceye kadar severim en azından. Denerim. Belki biraz sevmez sonra yine severim. Bunlar Michelin Yıldızı için çok önemli bir tarif geliştiren şeflerin hayat mücadelesine dair çok fazla film seyrettik diye mi oluyor anlamıyorum. Ben yine de yapayım yemeğimi, yıldızsız yemek de iyidir. Yemek isteyen yıldızı olmasa da yer herhalde, bilmem.
Bunu söyledikten sonra yarısı çiğ yemeklerin de kilometrelerce öteden belli olduğunu söylemek zorundayım. Fikren ya da uygulama olarak tam gelişmemiş işlerle diğerleri arasındaki farkı inkâr etmek çok mümkün görünmüyor bana. Her şey tam pişmiş mi olmalıdır, o bir soru olabilir. Ama her şeyin yarısı çiğ olmamalıdır, galiba. Yani diyorum ki o yemeklerden çok, çok, çok yapmak- bakmak, yine yapmak, yine yapmak gerektiğini düşünen kamptayım ben. Bazen gökten zembille çok iyi iş indirebilen insanlar varmış galiba bir hurafeye göre ama ben kendim böyle bir şeye tanık olmadım. Ne demiş şair: Bu işi ben 15 dakikada değil 10 yıl ve 15 dakikada yaptım. Yalnız o 10 yılda ne yaptığım önemli, durduğum gibi durduysam da yemekler çiğ kalmıştır, daha da kötüsü çürümüştür.
6. Kendi işimi anlatmak için mutlaka kendimden daha büyük olduğu onaylanmış bir referansa başvurmak zorunda hissetmek. Aslında maksadını anlıyorum, herkes hemen işe bakarak bu referansları okuyamıyor olabileceğinden bu bir çözüm olarak düşünülebilir. "Sanat"ının arkasına bu notları düşerken şunu hatırlamakta fayda var: Elbette sen yalnız başına bir yerden gelmedin. Yolda gelirken etkilendiğin her şeyden etkilendin, duyduğun her şeyi duydun, sen zaten kendi başına bir bir düşünceler koleksiyonusun. Ve şimdi artık sen belki hepsi, belki hiçbiri, belki bazısı olarak başka bir şey söylüyorsun. Hepsini sayıp dökmene gerek yoktur belki? Sayıp dökmede bir zarar yok elbette, ama sayıp dökmek zorunda hissedip kendini kısıtlamaya gerek yok. Belki bazen açıklarsın. Bazen açıklamazsın. Her iş için buna ihtiyaç duymak kendi problemlerini yaratıyor gibi geliyor. Bunun biraz işin açıklamaları olmadan kendi başına var olamayacağına inanmanın bir uzantısı olduğunu hissediyorum.
Sanatla etkileşime geçmek için onu "anlamak" gerekmiyor. Anlayamadığımız şeyler de bizde iz bırakabilir. Sanatın "iyi" olması için başkalarının onayına ihtiyaç duymanın daha da uzun bir eklentisi olarak bu kez de tarihten önemli sayılan figürlerin onaylarına ihtiyaç duymak gibi de özetleyebilirim bu maddeyi. "Bu sanat çok basit gibi görünüyor, ama sen arkasındaki fikri duydun mu?" Bir bakıyoruz tarihte popüler olmuş tüm felsefeciler sergi metninde rakı masası kurmuş oturuyorlar. Bu adamcağızların başka işi yok mu ben anlamıyorum, bizi kırmıyor her seferinde geliyorlar ama nezâketen yapıyor olmasınlar? Biraz da başkalarına oturmaya gitsinler müsaade edelim, ne kadar çok galeri duvarlarında, sanatçı kitaplarında memleketi kurtardılar. Yaptığımız işlerde de arkadaki fikri bir bakışta anlamayanlar da anlayamadıkları kadarıyla etkileşime geçebilir. Sonra belki sever, yine gelirler, başka yerleriyle de etkileşime geçerler. Bazıları metinde sayıp dökülen referansları kendileri keşfederler belki, belki de etmezler. Bu neyi değiştirir? Sanat bir şey öğretmek zorunda değildir kesinlikle; ama ille öğretmek istiyorsa bunun tek yolu da didaktik olmak, isimleri saymak, isimlerin fikirlerini ezberletmek olamaz. Belki başka yolları vardır? (Görsel özet: Civan Özkanoğlu, Deleuze Aşağı, Deleuze Yukarı, 2015, Çağdaş Börek Salonu.)
7. İş üretebilen sanatçıların para kaygısı olmadığını, çok rahat hayatlar sürdüklerini düşünmek, bu yüzden öfke ve endişe ekmek, depresyon biçmek. Paradan bahsetmenin bile ayıp olduğu bir atmosferde oturuyoruz, bunu da bir acayip buluyorum. Adı-Anılmaması-Gereken-Kişi gibi, tabulaştığı için daha da yücelen bir şey. Kağıt esasen, üzerinde şekiller olan bir kağıt.
Bu üzerinde şekiller olan kağıtlardan bize gerekiyor maalesef. Bundan bahsedebiliriz. Birbirimize falan da bahsedebiliriz, valla. Bu üzerinde şekiller olan kağıtlardan ele geçirmek için bir taraftan gündüzleri sevdiğimiz bir başka işi yaparak hayatta kalırken bir taraftan bir şeyler üretebilecek kadar vaktimiz olduğuna inanabiliriz. 24 saat her şey için yeterli, inanabiliriz buna. En azından bir başlangıç planı olarak, zamanda güzel ekonomi yapmanın mümkün olduğuna inanabiliriz.
Üretmek istediğim şeyleri üretebilmek için yaklaşık da olsa ne kadar bir bütçenin gerektiğine bakarak, nasıl bir düzenli çalışma yöntemi geliştirmem gerektiği hakkında fikir edinebilirim. Edinemezsem de zorlamam, başka bir şey denerim. Yaşarım yaşayabildiğim kadar. Canım bankada çalışmak istemiyorsa bankada çalışmak zorunda değilimdir. İstiyorsa da çalışayım yani, ne bileyim. Belki gündüzleri de sevdiğim ve ilgi alanım olan bir başka x işi yaparken kendimi ve üretimimi besleyebilirim bile. Dertler var, ama dertlerin çareleri de var. Arar buluruz. Bulamayıncaya kadar buluruz en azından.
8. (En önemlisi) Bütün bunları yapmamıza yardımcı olan içimizdeki sistemin sevgiyle döndüğünü unutmak ve ona neyin iyi geldiğini tespit edememek. İçimizdeki aşkı nefretle, kıskançlıkla harlamak ve söndürmek. Sönünce de niye söndüğünü anlayamamak. Bir kara delik enerjisiyle her şeyi sindirmeye çalışmak, herkesin enerjilerinden minik minik soğurup kendimize ekleyerek bir hiçliğin içinde oturmak yerine belki beyaz bir inci gibi etrafımızda gördüğümüz her rengi yansıtmaya odaklanmak bize iyi gelir. Umarım bu yaz bir inci tanesi kadar olabiliriz.
Son olarak:
"When you've understood this scripture, throw it away. If you can't understand this scripture, throw it away. I insist on your freedom." (-"K.")
(Mayıs 2020)