Güncelleme #24

Ezgi Onur, İpek Çınar, Yalım Ardıç Ali Saltan ile Çalışmalarına Dair

Ali Saltan ile Araf, Nehrin Öteki Kıyısı çalışmaları ve üretim pratiğine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

İpek Çınar, Mert Alperten Zeynep Kayan ile Çalışmalarına Dair

Zeynep Kayan ile çalışmaları ve üretim pratiğine dair bir söyleşi.

Selim Süme Zamanın Varlık Olarak Fotoğrafa Yansıması

Fotoğraf var olabilmek için zaman ve mekana ihtiyaç duyar. Fotoğrafın oluşması için öncelikle bu iki olguya karar verilmesi gerekmektedir; nerede ve ne zaman çekileceği. Fotoğraf, mekanın ve zamanın dışa vurulmuş bir temsilidir ve bu özelliği ile temel bir öneme sahiptir. Makinenin kabiliyeti sayesinde objektifin önüne geçen her şeyi yansıtan ve ele geçiren (capture) fotoğraf, dokümantasyon için en etkili metotlardan biridir. Aynı zamanda fotoğraf dokümante edilen varlığın kanıtı kabul edilmektedir. Bu sebepten dolayı gerçeklik ile ilişkisi en güçlü araçlardan biridir. Fotoğrafın zamanla olan ilişkisi ilk bakışta kolay anlaşılır gibi görünse de oldukça karmaşıktır. Yapısal olarak zamana ihtiyaç duyan fotoğraf, zamanın muğlaklığı karşısında ikircikleşir. Zaman kavramı için Aziz Augustinus “Hiç kimse bana sormadıkça onun ne olduğunu biliyorum; fakat bir sorana onu açıklamak istediğimde, bilmiyorum.” demiştir (1).

İpek Çınar Hatırlama Mekanizmaları, I: Kıymık

2015 Mayısından bu yana aklıma arada bir gelen; gücüne hayran olduğum ancak küçüklüğünden ötürü de hakkında konuşmaya cesaret edemediğim bir sözcük var: kıymık. Asla sözcüğün ilk anlamıyla kalmayıp, üzerine daima fazladan anlamlar yüklenen; sahip olduğu yaralama/delme anlamının olabilecek en küçük hali olduğu için hep başka imgelerle birlikte anılan bir sözcük/kavram: batmak, takmak, oyuncak, çocuk, iğne, punctum, bakış, örümcek, kırıntı, kaktüs, hatıra, epifani, deri, şey, vs vs vs. Kıymığın bu yalnız kalamama hali beni çok etkiliyor.

Çiğdem İrem İleri Fotoğraf Kitabı Kütüphanemden: Nicolo Degiorgis

Fotoğraf kitapları üzerine paylaşım hâlinde iken es geçilmemesi gerektiğini düşündüğüm bir isimden, Nicolo Degiorgis’ten bahsetmek istiyorum. Fotoğraf kitaplarını alternatifler içerisinden fotoğrafları bir arada sunmak için seçilmiş bir medyum olarak düşündüğümüzde, neden özellikle bu medyumu seçtiğini net bir şekilde görebileceğimiz bir isim çünkü o. Ayrıca bu sanatçı için sürecin fotoğraf çekme motivasyonu ile değil fotoğraf kitabı hazırlama motivasyonu ile başladığını düşünüyorum. Hâl böyle olunca bazı kitaplarında fotoğrafların tek başlarına yahut başka herhangi bir sunum tarzı ile bir araya getirildiğinde bu anlamı ve etkiyi kazanamayacaklarını iddia edebilirim. Nispeten genel ve güçlü bu ifadelerimi takip etmesi gereken örnekler var elbette ki. Öncelikle “Peak” ismini verdiği kitabından başlayalım. Kitap, Kuzeydoğu İtalya’daki çeşitli dağ zirvelerinin aynı açıdan adeta yokluk ekseninde çekilerek kitap kurgusu içine yerleştirilmiş 90 adet siyah-beyaz fotoğraftan oluşuyor. Mutlak siyahtan, bir yokluktan başlayan bu yolculukta Nicolo Degiorgis bizleri giderek seyrekleşerek mutlak beyaza, bir başka yokluğa ulaşan dağ zirveleri arasında dolaştırıyor. Koyudaki detaysızlıktan, grinin binbir tonuna ve oradan da beyazdaki silikleşmeye kadar varıyor ve ardından ‘yok oluyoruz’. Bir tür kayboluş... Görüntü beyazda giderek eksiliyor ve kitabın tam ortasında kaybolarak beyaza ulaşılıyor. Kitabın tam ortasından kalın, siyah bir lastikle bir araya getirilmiş kaygan, hatta düzensizmiş gibi duran (ama aslında müthiş özenli ve ayrıntılı bir düzene sahip) kurgusuna; bu akışa kâğıt, boyut, baskı ve hiç söylemeyen söz ile oluşturulmuş sadeden çok az, azlığında çok ve çoğalan bir tasarım eşlik ediyor. Kitabın ikinci yarısında ise bu sefer beyazdan başlayıp, yine grinin farklı tonlarıyla devam ederek siyahta sonlanan bir ikinci yolculuğun ardından kitaptan ayrılıyoruz. Kitabın katlanış biçimi, sayfaların kesilme boyutları da fotoğraflardaki “zirve” yalnızlığının eşlikçisi gibi. Varlık ya da yokluğun neresinde bilmeden, belki de hiç öğrenemeyecek olmanın o inanılmaz karışıklığında bildiğimiz hayatlara dönüyoruz; İsveçli fotoğrafçı Anders Petersen’e bir mahkûmun söylediği “I am sharpening my pyramid” cümlesini bir daha, bir daha hatırlayarak. Sanatçının bir diğer kitabı olan “Hidden Islam”da ise varoluşçuluk etiğinden toplum etiğinin sorgulanmasına geçiş yapıyoruz. Bu kitapta Degiorgis, Avrupa’nın bütününde farklı olmayan bir durumu -camii sayısı azlığı nedeni ile Müslüman topluluklarının garaj, depo, disko gibi mekânları ibadethane olarak kullanıyor olmalarını- Kuzey İtalya örneği üzerinden ele alıyor. Fotoğraf, bu kitapta kişiselden çok sosyal bir belgeleme aracı olarak kullanılıyor. Kitabın “içindekiler” bölümünden de anlaşılacağı üzere; depo, dükkân, süpermarket, apartman, stadyum, spor merkezleri, garaj gibi ilk bakışta Avrupa toplumunun günlük rutinin bir parçası olan kapalı alanlar, kitabın isminin de ima ettiği “görünmeyen” İslamın belki de ilk akla gelmeyecek mekânları olarak belgelenmiş. İlk karıştırıldığındxa sanki kendine has bir estetik anlayışıyla, mimari yapıların başarılı bir fotoğrafçılık işi olarak belgelendiği düşüncesini uyandırsa da; kitabın içinde yolculuğa başlandığında bu hal giderek kişiselleşiyor, renkleniyor ve katmanlanıyor. Buna ilişkin olarak, kitabı bu kadar özel kılan en önemli nokta da, işlenen konuya hizmet eden etkili kitap tasarımı oluyor. Sayfalarında ilk gezinişte ibadethaneye çevrilmiş mekânların sıradanlığını vurgulayacak şekilde siyah-beyaz, dış mekân fotoğraflarıyla izleyiciyi karşılayan kitap ile yolculuğa devam ettiğinizde; sağ tarafta katlı, açılan sayfaların olduğu fark ettiğinizde; bilinmeyen, “saklı” bir başka dünyanın kapılarının daha aralanmaya başlayacağını hissediyor ve yanılmıyorsunuz. Siyah-Beyaz ile dışarıdan başlayan yolculuğun iç dünyalara girildiğinde renklenmesi, bir yandan ‘hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil’ i çağrıştırırken, bir yandan da bu “saklı” sayfalarda yer alan renkli fotoğraflar aracılığıyla Degiorgis’in, ibadet eden Müslümanlar ve mekânların İslam motifleri ile dekorasyonu başta olmak üzere, bir kültürün bilinmeyen farklı yüzleriyle de izleyiciyi buluşturmayı başardığına tanık oluyoruz.

Yusuf Can Albayrak Timeless Blues

Murat Uyurkulak'ın Tol kitabında yer alan "Çünkü sıkıntı öldürür. Ve ama sıkıntı öldürüyor, Acı ve öfke değil, ama sıkıntı öldürüyor. Çok geçici, anlık, masum olabiliyor sıkıntı, ama öldürüyor." cümleleriyle başlayan ve "sıkıntı" sözcüğüne odaklanan timeless blues; genel kanının aksine sözcüğe amiyane ve negatif anlamlar yüklemiyor. Hikaye; kitabın, fotoğrafların ve sıkıntı sözcüğünün ortak noktası, belki de çözümü olan yol/yolculuk imgesine odaklanıyor. Belirsiz biçimde bir yerden bir yere gitme, ancak yolun ve yolculuğun da çoğunlukla varılacak yerden çok daha ön planda olması hali.

Ying Ang Gold Coast

Gold Coast, “Ying Ang”’ın Avustralya’da suçun başkenti olarak anılan ve emlak pazarlayan şirketlerce bir cazibe merkezine dönüştürülen Güney Sahili’nin hikayesini anlattığı projesi. 17 yıldır bu şehirde yaşayan Ying Ang; problemli ve tehlikeli bir alan iken, yatırımcıları, emeklileri, tatilcilerin mükemmel ev/mükemmel semt fikri ile baştan çıkarıldığını ve buranın büyük bir lüks alanı haline dönüştüğünden bahsediyor. Ama pazarlamanın mucizesi olan bu dönüşüm, bölgenin geçmişindeki parçaları da, haliyle, beraberinde getiriyor. Geçmişinden arındırılmış “steril” bir alan yerine ortaya çıkan yeni topluluğun güneş ışığı ve plajla kendilerini kandırıp gerçeği inkar ettikleri bir bölge ortaya çıkıyor. Ying Ang bölgeyi şöyle anlatıyor: “Aynı şekilde hem tehlike işaretlerine (kırık pencereler, toplu konutlar) hem de güvenlik işaretlerine (yüzme havuzları, mükemmel çimenler) sahibiz. Gold Coast; bu simgelerin bildiğimiz şeylerin gerçekliğine dair görüşlerimizin yalıtımı için ne kadar güçlü olabileceğini örneklendiriyor. Çağdaş tüketici değerlerle tanımlanan ve tamamen yüzeysel noktalara dayalı bir güvenliğin varlığını teyit eden bir zihniyet ortaya koyuyor. İçeriden çürüyen şeylerin kanıtı olursa olsun, her şey yolunda olduğu sürece ‘tamam’ olacak.” Ying Ang’ın fotoğraf serisi, salt hava şartlarının güzelliği ve mimari estetik ile bir güvenli alan yaratılamayacağının bir göstergesi. Hatta daha çok “güvenli” diye tanımlanan alanın etrafının “tehlikeli” olduğunun ve bunun yaratacağı çatışmaların da kabul edilmesi anlamına geliyor. Ang’in deyişiyle ortaya çıkan pazarlama sonucu “emlak ve güzel yalanların burada her gün alınıp satıldığı” gerçeğidir.

Murat Kahya Out Of Conflict

Bazen süregelen savaşların yaşandığı coğrafyaları sadece askerler, silahlar, kayıplar olarak algılıyor ve sanki her yerde, her an birbiriyle çatışanlar varmış gibi düşünüyoruz. Oysa ki yaşanan tüm mücadelenin arasında sivil halk hem fiziksel hem de duygusal/ruhsal bütünlüklerini korumaya, hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Murat Kahya, "Out of Conflict" çalışmasında uzun süredir çatışmalarla anılan Kuzey Irak'ın kırsalında gündelik yaşamdan detaylar sunuyor. Fotoğraflar yaşadığımız teknolojik dünyaya göre "eski" şeyler söylüyor. Görünüşe göre huzurun arandığı aşikar ve sosyal yaşam bir şekilde devam ediyor. Kaosun aksine sadece derin bir sessizliğin hissedildiği tepeler, köhne ama yerinde duran yapılar içinde huzur arayışı bir gölette ya da şehir ışıklarına tepeden bakılabilecek sandalyelerde sürebiliyor. Hayat bir şekilde devam ediyor ve etmeli de. Bunun yansımalarının bir parçası Kahya'nın çalışmasında. Kaçışın başka bir tezahürü olarak görülebilecek, savaş bölgelerindeki eğlence parklarına odaklanan Dream City çalışmasını ise Güncelleme #05'te paylaşmıştık.

Zissis Varsamakidis Eleonas, Kentin Bilinçsizliğine Dair…

İnsan yaşamının sürdürülebilmesi için oksijen ve besini sağlayan orman, tarla ve bostanların bir şehrin vazgeçilmezi olması gerekirken; daha fazla insanın şehre dahil edilmesi ve rantın artırılması için yok ediliyorlar. Daha fazla insan; daha az temiz hava, daha az taze gıda… Burada bir çelişki olduğu aşikar, ama kimse görmek istemiyor mu? Ülkemizdeki bu çelişkili hali gösterenler gibi, Zissis Varsamakidis de Yunanistan’da yaşanan benzer bir sorunu ve mimariyle olan ilişkimizi dile getiriyor. Tam olarak sınırları belli olmamakla beraber bir zeytin ağaçları bölgesi, ağaçlara zarar verilerek şehir alanı haline getirilmeye başlanmış. Bu bölgede yer alan ve hali hazırda var olan binalar ise dönüşerek yer almaya devam edecekmiş. Varsamakidis, burada yaşanan dengesiz bir durumdan bahsediyor. Mimarlığın bile olmadığı zamanlarda, insanlar temel ihtiyaçlara göre barınaklar kurduğunu ifade ediyor. Burada yer alan yapılar da zeytin ağaçları ile kaplı iken “ihtiyaç” bazında oluşmuştu, oysa yeni yapılaşmanın nedeni tamamen “arzu”. Dolayısıyla bu iki yaklaşım pek de örtüşmüyor. Varsamakidis, bölgenin gündüz kaotik bir kalabalık içinde olduğunu, geceleri ise hipnotize edici bir yere dönüştüğünü söylüyor. Bu nedenle gece fotoğraflamayı tercih etmiş. Gecenin karanlığı içinde inşaatların ve sokakların güçlü aydınlatmaları gerçeküstü sahneler ortaya koyuyor. Maalesef arzunun en temel ihtiyaçmış gibi gösterildiği bir illüzyonun içerisinde bu masalsı sahneler bile daha gerçekçi desek yeri.

Merve Seçkin Ashes to Dust

Merve Seçkin’in “Ashes to Dust” isimli serisi; görsel olarak kendine çeken fotoğrafların, tam da bu çekilen yerde yaşattıklarının gücü üzerine. Ursula K. Le Guin’in “Karanlığın Sol Eli” kitabını okuyan ve oradaki bilinmeyen gezegeni tasvir etmeye çalışan sanatçı, kelimenin gerçek anlamıyla “yeni bir dünya” yaratıyor. Kitabın adı bir şiirden geliyor: “Işık karanlığın sol elidir karanlık da ışığın sağ eli ikisi birdir, yaşam ve ölüm, yan yana yatarlar kemmerdeki sevgililer gibi, tutuşmuş eller gibi, sonuçla yol gibi.” İlk destanlar, şiirler ve felsefe özünde; her ne kadar farklı isimlere bürünseler de, daima zıtlıkların savaşı üzerine kurulmuştur. Bu zıtlıklarsa anlaşıldık bir biçimde aynı kökten çıkarlar: yeryüzü ve gökyüzünü temsil eden Gaia ve Uranos’un eş, Apollo ve Dionysus’un kardeş, Gece ve Gündüz’ün daima birbirini selamlayan ama aynı odada bulunamayan arkadaşlar olmaları gibi. Bütün bu temsiller aslında çok içsel, içgüdüsel olan bir gerçeği dile getirir: hiçbirimiz mutlak iyi ya da kötü değilizdir ve bu ikisi kişiliğimizin içinde erir, birbirini doğurur, birbiriyle çatışır. “Karanlığın Sol Eli” de aynı hikayeyi ışık ve karanlığın aynı bedende buluşması üzerinden kuruyor. Bu buluşmanın nedeniyse ayrımların olmadığı bir gezegen tasvir etme uğraşı: burada kadın erkek, etnik kimlik ve sosyal statü yok (sanat ve felsefe kavramını merak etmemek işten değil). Merve Seçkin ise bu hikayeye, kendine has, görsel olarak çok güçlü; gördüğü anda seyirciyi çarpan ve içine alarak sindiren ışık ve toz bulutlarını ekliyor. Karanlığın içinde, ama karanlığın kendisi değil. Zira, “bembeyaz, uçsuz bucaksız bir buz çölü”, gelebilecek her şeyin alameti.