Sinem Dişli ile Çalışmalarına Dair

#25
Sinem Dişli
Hakkında
Mert Zafer Kara
Şener Soysal
Hakkında Diğer Yazıları

Üretim Pratiğine Dair

İpek: İlk olarak genel bir soruyla başlamak istiyoruz. Hemen hemen bütün çalışmalarında fotoğrafın, fiziksel alanın enerjisine uyum sağladığını, hatta belki de bu enerjiye boyun eğdiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden fotoğrafın sendeki yerini öğrenmeye çalışmak ilk adım oluyor. Klişe bir soru olsa da, fotoğrafa bakışını biraz daha anlatman mümkün mü? Fotoğraf nerede bitiyor ve nerede mekan/yerleştirme başlıyor?

S: Merve'yle Rutubet sergisi sırasında bir konuşma yapmıştık ve bu durumu çok iyi dışa vuran bir kelime çıkmıştı ortaya: Didişmek! Fotoğrafla hep bir didişme halinde olmak. Zaten plastik sanatlar eğitimi aldığım sırada fotoğraf ile tanışmam  bu alanlar arasındaki geçişlerle haşır neşir olmama neden oldu sanırım. Öğrenciyken hep heykel, resim yapacağım diye düşünüyordum. Özellikle lise yıllarında  Giacometti'yi bizimle tanıştıran heykel hocam beni inanılmaz etkilemişti. Ne kadar yakınlarına gidersek gidelim, hiçbir zaman yakınlaşamayacağımız figürler... Lisans eğitimine geldiğimde kesin heykeltıraş olup, taş oyacağım diye düşünürken, karanlık oda ve fotoğraf girdi hayatıma. -Göçmen hayatım başlamıştı ve fotoğraf yaparken hareketli olabilme durumu çok yönlendirici oldu sanıyorum.-Üniversitedeyken ev arkadaşımın bir makinesi vardı; biraz o makinenin nasıl çalıştığını çözelim derdiyle ve onun iteklemesiyle kendimi fotoğrafçılık kulübüne yazılmış olarak buldum. Fotoğrafla maceram hakikaten böyle başladı. Ikinci yıl topluluğun başkanı olarak buldum kendimi. Fakat topluluk da "Photojournalism"e ilgi duyan mühendislerle dolup taşıyordu, dolayısıyla biraz daha gezerek fotoğraf çekmeye yönelik bir eğilim, örneğin Koudelka'ya özenilen bir dönem vardı. Benim de öyle bir dönemim olsa da bu tatmin etmiyordu bir türlü, ne yapmak istediğimi bilmiyordum, arıyordum, denemeler yapıyordum -Bazen "Kafam niye böyle çalışıyor" diye düşünürsün ya, bu tam olarak çözebileceğin ve anlamlandırıp analiz edebileceğin bir şey de değil. Ben de bilmiyorum fakat evet işlerimi hep mekanla bir ilişki içinde düşünüyorum- O aralar Kierkegaard okumuş, cok etkilemiştim.  Kaygı işi ortaya çıktı. Urfa'dan İzmir'e göç etmiştim ve bir birey ve kadın olarak kimliğimi sorgulama hali vardı. Kaygı da evde; bir elimde ampül bir elimde fotoğraf makinesi ile yaptığım bir işe dönüştü. Bir nevi gezmek aramak hali, mekânın içindeki gezintilere keşiflere dönüştü belki. Fotoğraf hep bir alana girme çıkma, içerde ve dışarda olma, dışarıyı içeriye getirme, içeriyi dışarı çıkarma için bir aygıt oldu sanırım benim için. Evet mekana özgü enstalasyonlar yapıyorum. Bu bir dönüşüm hali; sonraki adım. İlk iş de bir yandan bir çok şeyi söylüyor, çünkü orada da yeniden bir boşluk ve mekan yaratmıştım; evin bir köşesini beyaza boyayıp, figürleri ve çok yakın arkadaşlarımı da içine dahil ederek gerçekleşti. Biraz atölye/ev gibiydi çünkü benim yerim. O mekanı düşünerek, o mekanı da içine katarak başladım. Fotoğraf ya da mekanla, mesafe ile boşlukla uğraşmak. Görünenin dışına çıkmak bir nevi ölçülebilir olanın ötesine gitmek...

 

Sand in a whirlwind / Burgaç, 2015, 130 x 180 cm, Arşivsel Pigment Baskı

Fırat Nehri üzerindeki barajlar, Suriye, Irak ve Türkiye arasındaki su paylaşımında eşitsizliğe yol açtı, Urfa'da suyun ve toprağın bilinçsiz kullanımı, Türkiye'nin güney sınırının ardındaki
bölgelerde çölleşmeye neden oldu. Urfa tarafına barajla gelen ani ve aşırı zenginleşme, ekonomik kalkınma olarak nitelenen değişimler, fazlasıyla sulanan ve işlenen ovaları, kuraklığa mahkum edilen Ortadoğu'nun çölleşen bölgelerinden zaman zaman gelen kum fırtınalarıyla dönüştürüyor ve doğanın sınırı olmayan tek bir bütün olduğunu tekrar hatırlatıyor.

 

Mert: Peki o dönemde fotoğrafın sende sahip olduğu yerle şu an sahip olduğu yer aynı mı? Bu nasıl bir değişim gösterdi?

Değil. Fotoğrafla ilişkim hep bir dönüşüm içinde. Örneğin iş ürettiğim ilk dönemlerde araştırmalarım sırasında Dada'dan çok etkilenmiştim. DADA, fotoğrafın sanat dünyasını yerinden sarsmasını çok iyi temsil ediyordu. Resim dersinde önce kolajlar yapıyor, sonra o kolajların resmini yapıyorduk. Fotoğrafla ilişkim de biraz da bu alanlar arasındaki geçişler ve geçişizlikleri düşünerek devam etti. Bir de ayrı alanlarda, ayrı pratiklerle iş üreten insanların birbiriyle temas noktaları çok sınırlı ve bunlar birbirlerinden ayrı şeylermiş gibi duruyor.

Fotoğraf, toplumsal bellek ve imge kavramının değişimi, göz ve görmenin çözümlenmesi, öznenin ölçülebilirliği, kitle kültürünün ortaya çıkması, çoğaltma sistemlerinin gelişimi, kurumsallaşma, örneğin müze kavramının değişimi gibi oluşumlara araç olduğu gibi daha sonraları aynı sistemlere karşı oluşan avangard sanatsal süreclerin gelişimine kaynaklık etmesiyle, icat edildiğinden bu yana  var olan bir sarsıntıdan bahsediyoruz. Belki fotoğrafın bu birleştirici yönünü arıyorumdur.

Ş: Bu bir problem kesinlikle. Biz "fotoğrafçıyız" diyerek bir zümre içerisinde takılıyoruz sanki; ressamlar ayrı bir yerde, yazarlar çizerler ayrı bir yerde, hiçbiri tam kesişmediği için de verimli bir güncel sanat oluşmuyor. Çok kalabalık dursak da herkes kendi kabuğuna çekilmiş oluyor. Onu kırmak ya da bir şekilde bağları güçlendirmek kesinlikle faydalı olacaktır.

S: Bizim Tekrar ∞ Döngü'yü yapma amacımız da biraz buydu. Bir yandan yaşamın döngüsü, tekrar kavramı gibi konular da vardı. Doğanın döngüsü üzerine kafa yorarken "Bunun üzerine konuşmalar düzenlersem daha çok araştırabilirim, daha derine inebilirim, farklı alanlardan insanlarla temas sağlayabilirim" diye düşünmüştüm. Fikir ilk olarak böyle ortaya çıktı. Bir edebiyatçı gelip "Hiç ses performansı dinlememiştim" diyebiliyordu ya da bir bilim insanının yıldızlar ve döngü üzerine yaptığı konuşmayı başka alandan bir kişi dinlemek zorunda kalıyordu. Böylece bir birliktelik oluştu. Bir misyon gibi "Aman bütün mecraları birleştireyim" demiyorum tabii, ama kafam biraz böyle çalışıyor. Örneğin dün gece yeni projemle ilgili araştırırken kendimi Newton'un fiziğiyle ilgili makalelere dalmış buldum ve "Nasıl buraya geldim" dedim kendi kendime.


 

Çalışmalarına Dair

M: Rutubet sonrasındaki Merve'yle konuşman sırasında, Urfa'daki çekimlerden bahseden bir soru sorulmuştu. Urfa bildiğin bir yer olduğu için bunu "yeniden bakma" olarak nitelemiştin. Normal geziye gitmekten farklı olarak, kadraj sana yeni bir bakış açısı sağlıyor.  

S: Evet, aslında bu ilk sorduğunuz soruya da geri dönüyor. Fotoğraf, çekerken keşfetme durumunu beraberinde getiriyor. Fotoğrafın bütün işlerimi yönlendiren bir yönü var. ‘Urfa'ya gidip gelmenin bende uyandırdığı his nedir' diye bakmak için fotoğraf makinesiyle dolaşıyorum. Sonrasında bir his uyanıyor ve ne yapmam gerektiğini fark ediyorum. Gelen ilk fikir fotoğrafla çok kısıtlanmış olursa, video çekmeye de karar verebiliyorum. Sanırım fotoğraf daha çok bir yönlendirici diyebilirim bu anlamda.

M: Rutubet'te de konuya aslında fotoğrafla yaklaştın ama sonradan bir enstalasyona dönüştü. Başlangıç noktan fotoğraf oldu aslında orada da.

Ş: Bir yol gösterici oluyor anladığım kadarıyla. Büyüyüp gelişmeye ve çeşitlenmeye meyilli bir mecralar birleşimi. O konuda da açıksın aslında.

S: Aslında yol gösterici tanımı, fotoğrafı yine merkeze koyan bir durum. Bazen bir şeyler okuyarak da başlayabiliyorum, ancak bu bir yol arayışından ziyade bütün o düşünme süreçlerini yönlendirmek için oluyor. Fotoğraf çok da merkez değil, ancak çok uzun süre yaptığım bir şey. Bir mekana "Ben geldim" diye girmek kolay değil, ama elinde makineyle girdiğinde "Aa fotoğraf çekmeye gelmiş" deniliyor; yani bağ kurmayı kolaylaştıran bir araca dönüşüyor. Sonuç olarak; bir mekanı, insanları anlamak, keşfetmek ya da konuya daha iyi, daha derinlemesine bakmak amacıyla bazen kullandığım bir araç diyebilirim.

M: Çalışmalarında hem sürecin, hem de enstalasyon yapıldıktan önceki ve sonraki halin fotoğrafları da olabiliyor. Örneğin Rutubet'te sürecin stop-motion videosu veya Sürgün'ün süreç odaklılığı gibi. Bunun arşivlemekten farklı bir anlamı da var senin için; arşivlemek işin kendisine dönüşüyor. Bu sınırlar nerede başlıyor ve bitiyor?      

S: Aslında bu, zamansallıkla ilgili bir mesele. Fotoğraf bizim algılayamadığımız şeyi gösterebiliyor, algılayabileceğimiz bir hale getiriyor.. Benim ilgimi çeken de bu görebilme ve göremediğini gösterebilme; ve bunun yarattığı tansiyon oluyor. Az önce bahsettiğim 19. Yüzyıl'da müzelerin kuruluşuyla fotoğrafın sanat tarihini tamamen altüst etmesi gibi. Düşünsenize, kronolojik olarak bir arada hiç görmediğimiz olayları yan yana getiren bir mecra! Hiç olmamış bir şey oluyor. Burada beni heyecanlandıran şey de fotoğrafın zamanı yeniden kurgulaması, tarihi yeniden algılamamıza yol açması. Buna bağlantılı olarak, Rutubet işinde de göremediğim mikroorganizmaları başka bir şekilde açığa çıkarması. Bu nedenle beni asıl cezbeden belge niteliği değil, yarattığı gerilim oluyor. Dahası, kamera zaman algısını yeniden yaratıyor. Belge niteliğinin ötesinde bir didişme hali var burada. Özellikle Sürgün ve Rutubet fotoğrafın çok yönlendirdiği işler.

 

RUTUBET TOZ'un bodrum katında bulunan ısı ve nem gibi koşulların oluşturduğu mikro ölçekteki organizmaları inceliyor. Bu karanlık ve keskin kokan mekanda halihazırda var olan koşullara eşlik eden yapay ışık ve sesten oluşan ilk bölüm, duyularımızı manipüle ederek bir rahatsızlık duygusu uyandırmayı amaçlıyor. Üst katta ise , bu tedirgin edici atmosferin tam aksine, deforme edilmiş ve gitgide dönüşen yaşam formalarının istilacı tavrını taklit eder bir biçimde yerleştirilmiş makro fotoğrafların form verilmiş hali yer alıyor.

 

M: Bence Sürgün'de çok öne çıkıyor. Rutubet'in yerleştirme olduğunu bilmeyen biri; sadece kitabını gördüğünde işin sınırlarını tam olarak kavrayamıyor. Ama senin için aslında ikisi aynı önemde gibi duruyor.

S: Öncelikle Sürgün nasıl ortaya çıktı onu anlatayım. New York'ta bir residency programına kabul edilmiştim. Video ve fotoğraf çektiğim için ışığı daha rahat kontrol edebileceğimi düşündüklerinden, beni çok izole bir yere yerleştirdiler. İnanılmaz güzel bir atölyeydi ama hiç penceresi yoktu. Çok klostrofobik hissettim orada. Bu yüzden bitkiler almaya başladım. Benim için çok önemli bir residency olmasına rağmen iş üretemiyordum; ben de kendi kendime, "Bir sanatçı olarak bu işin içinden çıkmalıyım, bu dezavantajı avantaja çevirecek bir yöntem bulmalıyım" dedim. O an "Ay fotoğraf mı çeksem, videoyla mı bir hikaye anlatsam" diye düşünmekten ziyade o hissi anlatan bir yola ihtiyaç duyuyordum.. Geç saate kadar orada kaldığım bir gece, "Tamam, ben yatakta fasulye yetiştireceğim" dedim. Bu fikir, "Acaba bu kadar endüstriyel bir şehir yapısının içerisine doğanın döngüsünü taşıyabilir miyim" düşüncesinin sonucu olarak ortaya çıktı. Buna bir kontrastlık getirmek istedim; sadece bitki yetiştirmenin ötesinde, domestik olani, içeriyi temsil eden bir element gerekiyordu. O element benim için yatak oldu sanırım. O dönem pamuk tarlaları, suyun çok fazla tüketilmesi, iyi bir yaşam dilerken organik olana duyduğumuz ihtiyacın başka neleri yok ettiği gibi konular üzerine de düşünüyordum. Bir yandan fasulyeleri yetiştiriyor, bir yandan da dakikada bir fotoğraflarını çekiyordum. Tabii bir yandan da enstalasyonun kurulumu biraz da kameranın sunduğu olanaklardan nasıl faydalanılacağı düşünülerek yaratılmış oldu. Bu ikisi birbirinin o kadar içinde ki, ayıramıyorum. Bu fasulye-pamuk işi gerçekten bir aylık laboratuvarik bir çalışmanın sonunda ortaya çıktı. O şişelere ne kadar delik açabiliyorsun; damlaması için bir tane delik açmak yeterli olmuyor, ancak yarık açarsan damlatabiliyorsun. Iki ay hazırlık yaptım fakat bütün bunları 15 gün içinde kurup, fotoğrafladım ve bu süreçte atölyem ziyarete açıktı.Her şey birbirini doğurdu gerçekten. Bitkilerin dinamiğini kendi bedenimiz, uzuvlarımız ile ancak bir dereceye kadar algılayabiliyoruz; ama fotoğraf makinesi orada başka bir canlının etrafında nasıl bir enerji döndüğünü, doğanın döngüsünü biraz da olsa görünür kılıyordu.

Ş: Günlük hayatta bitkilerin büyümesinin çok farkına varmıyoruz, bunu göstermen farklı bir şey ortaya koyuyor. Ayrıca pamuğun içinde yetişmesi, doğalmış gibi görünen yapaylık bana çok etkileyici gelmişti.

S: Teşekkür ederim. Evet benim de çok sevdiğim bir iş. Siz tabii diğer işi kırılma olarak görüyorsunuz ama ben Sürgün'ü bir kırılma olarak görüyorum.

 

SÜRGÜN örtülü ve domestik bir ortamda sürdürülen bir yaşam formu geliştirmek için gerekli olan uygun koşulları oluşturma amacıyla tohum, pamuk, su şişeleri ve yatak gibi elemanları
bir araya getirerek doğal bir süreci taklit eder. Tavandan sarkıtılarak yarık açılmış şişeler tohumların yerleştirildiği 
yatakta çimlenmenin gerçekleşmesi için gerekli olan miktardaki suyu damlatırken, eş zamanlı olarak kurgunun dakika başına bir fotoğrafı çekilir. Bu aşamalı süreç, filizlenmenin çıplak gözle görülebilmesini sağlayan bir hızlandırılmış (time-lapse) videosu sayesinde başkalaşan bir geçiciliğe sıkıştırılır.

 

M: Ben açıkçası Hare'den sonra bir kırılma olduğunu düşünüyorum. Hem farklı malzemeleri kullandığın durumlar artıyordu, hem de bir döngü vardı. Hatta daha sonra Rutubet, Sürgün ve Hare bir kitap haline çevrildi. Bu ortaklığı Hare'den sonra daha çok görebildik.

Ş: Hem döngü durumundan kaynaklı hem de malzeme ve mecra kullanımının daha katmanlı olması ve iç içe geçmesinden ötürü.

S: Aslında öyle, ama bir yandan orada tersine ışleyen bir süreç de gelişti. Biraz atlayacağım ama öncelikle Cereyan işinden bahsedeyim. Fırat üzerine yaptığım işin tomurcuk vermeye başladığı bir dönemdi. Orada artık sadece fotoğraf çekmeyeceğimi bildiğim bir noktadaydım. Urfa'da toprak aşırı sulanmadan ötürü tuzlanıyordu tuz hem yaşam için çok gerekli hem burada çürütücü bir dozda belirlmeye başlamıştı. Acaba tuz üzerine gidebilir miyim gibi bir soru vardı aklımda. O dönem davet üzerine çağrıldığım Fotoİstanbul için yetimhanede, en üst katta yuvarlak formları olan bir bölümde yerimi seçtim. Bir hafta sonra da beni arayıp "Sinem yağmur yağdı ve orayı su bastı, başka bir yer seçebilir misin" diye sordular. Bense ‘Acaba sızan suyu kucaklayan bir iş yapabilir miyim' diye düşünmeye başladım. Akan suyla, o odada bir dönüşüm yaratmaya karar verdim, fotoğraflar kullandım, onları çürüttüm ancak bunu sadece fotoğrafla yapmam mümkün değildi. O süreci de pek fotoğraflamadım aslında. Klasik biçimde fotoğraflarımı çerçeveletip asmak istemedim. Orada bir ironi var, beni fotoğrafçı olarak davet ettiler ama benim iş üretme pratiğim bu ve böyle sergilemek istedim. Su, dolayısıyla yaşamın döngüsü ve şehir yapılarının ilişkisi üzerine gittim

Burada tabii ki bir kırılma var ama diğer yandan ondan önce sergilenmesine rağmen göstermediğim birçok işim de var. Aslında bahsettiğiniz kırılma gizli saklı bir yerde devam ediyordu. Bu atölyeyi de bu yüzden açtım; malzemeyle haşır neşir olmak, dokunarak bir şey yapmak için bir mekana kapanma isteği doğdu son zamanlarda.

M: Bir yandan yakın zamanda Rutubet, Sürgün ve Hare bir kitap oluşturdu. Bu üç çalışma sende nasıl bir ortaklık kuruyor?

S: Aslında süreci sen de oldukça yakından biliyorsun; TOZ Art Space'te sanatçıları davet edelim ve iki hafta boyunca bir şey üretmeye çalışsınlar istiyorduk. Bir ürün ortaya çıkıp çıkmamasının bile bir önemi yoktu. Kendimiz de buna dahil olalım diye konuşmuştuk, ben de direkt olarak mekanda bizi uğraştıran bileşenlerden yola çıktım: Nem! Her yer Rutubet kokuyordu onu fotoğraflarsam ne olur diye düşündüm. O gün mikroskopla fotoğrafladığım şeye ben de inanamadım. Bina mantarların çürütmesiyle dönüşüyordu. Doğanın dönüşümünü sağlayan en temel şey mantarlar. O an müthişti benim için. Bu işin oluşumu, hepsinde bir dönüşüm olan bu üçlüyü bir araya getirmeyi salık verdi. Gerçi prodüksiyon meseleleri de beni yormaya başladı, çünkü çok büyük bütçeler ve gerçekten mekanla uzun zaman geçirmeyi, başka profesyonel destekler almayı gerektiriyor. Bunu bu kadar yorularak yapmaktansa biraz rafa kaldırmayı düşünüyorum. Sadeleşip, tek bir şey üzerinden iş üretmek beni daha çok heyecanlandırıyor şuan. Mekan, yapı kurmak, strüktür kurmaya çalışmak, her seferinde başka bir malzemeyle tanışmak, o malzemenin ruhuna dokunmak beni biraz yordu açıkçası. Her malzeme sana yeniden onu tanımanı dayatıyor. Bu yüzden bir süre aynı malzemeyle uğraşmak istiyorum.

M: Özellikle Rutubet'ten sonra o konuda nettin.

S: Evet. Şimdi beni çok heyecanlandıran, geceleri uykumu kaçıran bir işe devam ediyorum. 7-8 yıldır her sene en az 2 defa Urfa'ya gidip çekim yapıyorum. Bir şeyi tekrar tekrar, döngüler halinde yaptığında, sonunda başka bir şey çıkıyor ortaya. Bu beni çok heyecanlandırıyor, yıllardır yaptığım çekim üstüne çekimler, ürettiğim işler öyle bir biçimde bir araya geldi ki... Göbeklitepe var, Mezopotamya Uygarlıkları'nın kalıntıları var. O kalıntılar, tarih, tarihi nasıl anladığımız, endüstriyelleşmeyle doğanın nasıl alt üst edildiği üzerine düşünürken; bu kadar yıl sonra içime çok sinen, heyecanlandıran bir şeyler çıkıyor. Şimdi yeni işim onunla ilgili. Bu sadeleşme iyi olacak.

M: Bu noktada Cereyan üzerinden konuşabiliriz belki. Onu biraz geride bıraktık gibi geliyor bana.

S:  Evet. O en önemli işim aslında. Ben çocukken Urfa'da nar bahçeleri vardı, eskiden narlarıyla ünlü bir yermiş. Ziyaretlerim sırasında bir gün babam beni bir yere götürdü ve "Buraları hatırladın mı" diye sordu; ben de Hasselblad'la, az ve öz çekimler yapıyorum o dönem. Beton dışında hiçbir şey yoktu. Derken bir nar heykeli gördüm ve fark ettim ki bütün o nar bahçeleri yok edilmiş ama temsili bir heykel var. Doğayı yok etmek ondan kopmak, ama doğanın bize verdiği en konsantre şeyin heykelini dikmek nasıl bir yaklaşımdır? Bunu temelde değiştiren şeyin ne olduğunu sorgulamaya başladım gide gele. Çıkış noktasının GAP Projesi olduğunu anladım. Aslında Fırat Nehri üzerine kurulan barajın bütün bu ekonomik kalkınmayı sağladığını ve bunun Suriye'deki savaşla ilişkisini, kuraklık meselesini düşünmeye başladım. Suyun işlerimde doğanın döngüsünü temsil eden bir şey oluşu bu düşünceyle başladı. Bir yandan da dedemin kasetleri rast geldi, bu konuda yazdığı şiirler var: "Harran Ovası deniz olacak ve Harran'ın üzerindeki ışıklar gemilerin ışıklarına dönüşecek" diyor örneğin. İnanılmaz bir hayal. Bir şeyi hayal etmek, onun fantazisini kurmak ve bunun oluşumu sırasında doğaya müdahalemiz ... Evet bir zenginleşme var; ama bu zenginleşme sırasında neyin içini boşaltıyorsun, neyi yok ediyorsun, biraz buna bakmak gibi bir şey. Didaktik bir okumadan ziyade gözlemci olmak istiyorum. Tabii ben bütün Mezopotamya tarihine de girmeye kalkınca işler karışmaya başladı. Şimdilik en çok üzerine durduğum yer Soğmatar Tapınağı, çünkü burası çölün ortasında vaha gibi bir yer. Beton yapılaşmanın olmadığı, yaşayan bir köy ama 2500 sene önce pagan kültürünün merkezlerinden biri; mesela Harran'da Güneş'e tapılırken orada Ay'a tapılıyor. Orası net açıklayamayacağım bir şey temsil ediyor yaptıklarımla ilgili. Yer altı suları çok fazla; ama bir yandan yıldızları gözlemledikleri büyülü bir yapiları da var. Bu işimi oldukça seviyorum, burada fotoğraf uzun pozlamalar yapmak için tekrar devreye giriyor. Biraz bunun üzerine gitmek istiyorum bu dönemde. Zamansallık, doğa-tarih-uygarlık arasındaki bağlantı....    

On the verge / Sınırın eşiğinde, 2015, 22 x 22 x 25 cm [self-portrait] Heykel, karışık teknik

Bu yerleştirme, suyun yaşam verme gücü kadar tehditkarlığını yansıtır. Fırat Nehri'nin insan eliyle yön değiştirmesi sonucunda, bir çok köyün ve Mezopotamya kalıntılarının suyun altında kalarak yok olması ve son zamanlarda artan su-göç ilişkisinden etkilenerek oluşturuldu. Suyun sınırlandırılması, tutulması, bir döngü içindeki akışkanlığının durdurulması ve katman katman göle çevrilmesi, suyun yüzey alanını genişletmiş ve buharlaşmaya yol açarak aslında nehrin geçtiği sınırın hemen yanındaki bölgelerde, büyük bir kuraklıkla boğuşan canlıların en doğal hakkını elinden almıştır. Su, bir bakıma havaya salıverilmektedir. Bölgedeki savaşın temel sebebi olan su ve petrol kontrolü için yerinden edilen insanların ve bizim, durum karşısındaki çaresizliğimizin, neredeyse nefessiz kalışımızın dışavurumudur.
 

Tekrarlara ve Döngülere Dair

Ş: Mert'le konuştuğumuzda "Sinem'in her yıl belli rutinleri vardır, bunlar planlıdır diyordu; sanki atölye de bu rutinin bir parçası olacak gibi. Tüm bu üretim ve atölyeyi hayatının bir parçası yapman tam olarak rutin diyemeyeceğimiz bir rutin yaratıyor gibi geliyor bana. Bu mu besleyici oluyor senin için?

S: Aslında yapamadıklarımız bizi şekillendiriyor biraz. Benim yapamadığım şey de tek bir şeye odaklanmak. Çok karmaşık düşünen biriyim ve çok heyecanlıyım ve bütün bunlar bazen beni çabuk yoruyor. Bu heyecanı biraz daha sakinleştirmek ve enerjimi daha dengeli bir hale getirmekle ilgili bir ihtiyacım var. Bunlardan bir tanesi tek bir şeyle haşır neşir olmayı becerme ihtiyacı. Yakın zamanda sanatçıların her gün nasıl yaşadıkları, yaratım süreciyle nasıl başa çıktıklarına dair bir kitapla karşılaştım. Mesela Susan Sontag öğlene kadar kimseyle konuşmaz, telefonlarına asla bakmazmış. Öğlen bire kadar sadece yazarmış; ondan sonra sosyalleşip, insan ilişkilerine girermiş. Ya da Guggenheim'ın mimarı Frank Lloyd Wright  sabah 4-6 arası çalışırmış. Victor Hugo'nun duşunu her akşam üstü at kılı eldiveni ile terasta alır, sonra çalışırmış. Beethoven sürekli kahve içer, kahve içmeden çalışamazmış gibi gibi. Kitap da özellikle şunu söylüyor: aslında "genious" diye bir şey yok, rutin var. Ben de ‘demek ki benim yapamadığım şey bu rutini tutturmak' diye düşündüm. Atölye bir süre sonra kendi zihninde, ruhunun içinde geziyormuşsun gibi olmaya başlıyor. Beni en çok heyecanlandıran kısmı da bu. Her geldiğimde aynı mekanla, aynı malzemeyle başka bir ilişki kuruyorum, çünkü ben başkayım. Başkalaştığım süreci başka saatler, başka günler, başka malzemelerle geçirince çok karışıyor. Her gün buraya gelip bir şey yapmak huzur verdi. Hep  şunu düşünüyorum" Bir ben varım, bir de benimle başa çıkan kendim var". Orada çözemediğimiz bir şey var. Hormonlarımız var, yapımız var; bizi biz yapan faktörler, çevre var. Bilinçdışı var. Bazen onları kontrol etmek yerine bir rutine vardırmak karmaşanın içinde su yolu bulmak aslında. Her şeyi çözmek mümkün değil, ama en azından tıkanıklığı açıyor.

Ş: İnsanlık sürekli yeni bir şey arayışında; oysa bu mekan içindekiler sana her baktığında yeni bir şey gibi geliyorsa ya da detayını araştırıyorsan hiçbir problem yok. Bir masa üstüne bile düşünebilir, konuşabilirsin. Sanırım birçok insan kendini buna kapatıyor. Bunu aşabildiğin noktada aynı mekanda olsan bile rutin kötü bir şey olmaktan çıkıyor.

S: Evet, dayatılmış bir rutinle kendi yarattığın rutin farklı şeyler aslında. Anish Kapoor bir sanatçının mümkün olmayanı aradığını ve onun içinde kaybolduğunu; ancak her gün  atölyesine gidip bir şey yaratmaya çalışmanın verdiği ıstıraba rağmen devam edebilmenin birşeyleri kendiliğinden ortaya çıkardığından bahsediyor. Bu hepimizde biraz var aslında; işi neresinden tutacağını bilememe, odaklanamama... Bunda günümüzdeki parçalanmış/bölünmüş hayatlarımızın da etkisi var tabii, ama rutin o duyguya rağmen bir şey yapabilme gücünü sana tekrar veriyor. Bir de kendini keşfetmekle ilgili. Mesela benim zihnimin en açık olduğu zaman sabah kahvesini içtikten sonraki an. Biraz bencilce geliyor ama bu sadece kendime ayırdığım ve yalnız kaldığım, bir şeyler okuduğum, kimsenin buna dokunmasına, bozmasına izin vermediğim bir zaman dilimi olsun istiyorum.

Ş: Bir yandan da birçok kolektifle içli dışlısın, bir şeylere dahil oluyorsun. Ne düşünüyorsun, bu seni besliyor mu?

S: Aslında ben bireysel olarak iş üretmeyi seviyorum ama kolektif benim için bir araya gelmeyi, diyalog halinde olabilmeyi, etkileşim aracılığıyla alanlar arasındaki kopukluğu birleştirmeyi temsil ediyor. Örneğin New York'ta iki yıl boyunca  yürütüğüm mekan küratörlük gibi görünse de, sanatçının sanatçıyı önermesi üzerine kuruluydu. Böylece bir komünite kuruldu. Ben birini önerdim, o birini önerdi, o başkasını önerdi derken bir kolektif ruh ortaya çıktı. Benim için bu işler "Hadi kolektif kuralım" şeklinde ilerlemiyor. HER HAL'in kuruluşu da, TOZ'u kapatmamızın ardından, "Şimdi benim yapmak istediğim o kadar plan proje ne olacak?" sorusu sonucunda ortaya çıktı. Çok da misyonumuz/vizyonumuz olduğundan değil, şu anda ne yapacağımızı bile bilmiyoruz; sürekli bunu konuşuyoruz, yolda giderken ihtiyaçlarımıza ve içinde bulunduğumuz atmosfere göre şekillenecek.  

Ş: İş üretirken değil de ihtiyaca göre bir şeylerin içinde oldun galiba.

S: Kominiti çok kilit bir kelime, bence önemli. Çünkü tekrar, rutin buna da bağlanıyor. Örneğin kitap yaparken de aynı kişilerle konuşuyoruz, sonunda da yaptığın şeye o kadar aşina oluyorsun ki insan bir mesafe hissetmeye başlıyor. Yeni biri o işi gördüğünde, ilk intiba anlamında bu mesafeyi kuramıyorum. İşi sürekli anlatmak zorunda kalıyorum. Bu nedenle sürdürülebilirlik çok önemli diye düşünüyorum. Aynı kişilerle başka şeyler hatta bazen aynı şeyleri konuşabilmek. HER HAL'de bir okuma grubumuz var. Bu aralar Tekrar ∞ Döngü'den çok kopmayalım istedik ve Ritimanaliz diye bir kitap okuyoruz. Aynı insanlarla konuşmakla daha derin fikirler ortaya çıkıyor diye düşünüyorum.

M: Bu Tekrar ∞ Döngü'deki amaca benziyor. Kolektif de aynı konunun farklı bakış açılarıyla tartışılmasına benzer bir durum yaratıyor. Tekrar tekrar, derinlemesine inceleme hali. Yaklaşım benzerliği var bence bu anlamda kolektiflerle yaptıklarında.

S: Aslında ne yaparsam yapayım bütüncül bakmakla ilgili bir duruş var. Türkçesini nasıl söyleyeceğim bilmiyorum ama "Everything is interdependent and interrelated to each other" (Her şey birbirine bağlı ve birbiri içinde gelişip dönüşüyor). Her şey birbiri içinde ve birbirine etki ediyor. Aldığın en ufak enerjinin bir etkisi var. Dün Newton'a kadar gitmemin sebebi de bu. Bir şey yapıyorsun ve onun bir etki-tepkisi var. Doğada da bu böyle işliyor. Tekrar ∞ Döngü konuşmalarında da, hafıza ve tekrar üzerine konuştuk mesela. Nietzsche'nin yineleme kavramı üzerine konuştuk. Bu kendiliğinden yol buluyor. Tabii ki biz birçok alanı bir araya getirmek istedik Rana'yla. Hayatın içindeki tekrar ve döngülerin dönüştürücü gücüne dair bir keşif yapma arzusuyla ortaya çıktı.
Seride, kalp atışı, nefes, uyku gibi bedensel ritimler kadar evrendeki tüm döngüsel hareketlerin tekrarlayan düzeni içinde oluşan zamansal ve uzamsal algının çeşitli pratikleri nasıl şekillendirdiği ve yaratıcı süreçlere nasıl dahil edildiğinin incelenmesi de önemli bir yer tuttu. Yoga performansı da oldu örneğin, yani sanatla sınırlamayalım da bedenimizle ilişkisini kurgulamaya yönelelim de dedik. Bir de Tekrar ∞ Döngü'de en çok gözettiğimiz şeylerden bir tanesi nasıl tanımlandığın, tanımların seni nereye yerleştirdiği ve yaptığın şeyin seni kamusal alanda nasıl "yaptığı" idi. Bu çok önemliydi çünkü örneğin bir fotoğrafçı çağırıp ondan müzik yapmasını istedik. Biz bu bilgiye sahiptik ama insanlar bilmiyordu. Bu, o kişiye de iyi gelen bir şey oldu.

M: Bazı insanları birleştirme fikirleriniz de vardı orada. Bu yüzden sadece dinleyici değil, sunumu/performansı yapan kişinin kendisi de farklı ve yeni bir deneyimle karşılaşıyordu.

S: Evet, özellikle birbirini hiç tanımayan insanları bir araya getirmek böyle bir süreç yarattı. Onlar da bazen zorlandılar, iyi geldi. Mesela hiç bir arada çalışmayacak insanlar bir arada çalıştı ve şimdi kendi aralarında kitap yazmak istediklernii söyleyenler var. Bu birleştirmenin başka itkileri de oldu yani. O anlamda sevindirici, ama artık kendi işlerime daha çok zaman ayırmak için bunlara ara vermeyi planlıyorum. Umarım ilerde bu serinin  bir sergisi ve yayını olacak. Fakat kendi sergimden sonra...