"Gördüm de söylüyorum, sonsuzluk her yerde"

#30
Mahmut Temizyürek
Diğer Yazıları

Fazlı Öztürk'ün "isimsiz" işlerinden birinin önünde uzun süre kalma nedenimi yazmayı deneyeceğim. Bu fotoğraf görür görmez ruhu esir alan, gözü kamaştıran türden değil.  Kırda bir ânın kayda geçmiş hâli, ama nadir bir ânın. Leylekler ve koyunlar bir arada, pastoral dünya. Sol üst köşede bulutlarla şakalaşan, sanki kahkahasıyla şakıyan güneş, sanki toprağı yansılar gibi dağılan bulutlar, sanki dünyanın bedenini yumuşakça sarıyor. Ufkun berisinde, sanki uzaktan gelecek birilerini bekliyormuş gibi bakaduruyor leylekler. Yanı başlarında toprağı sanki pür dikkat inceler gibi eğilmiş koyunlar. Bana ilk yansıyan bunlar.

Fazlı Öztürk'ün birçok işinde bu var, birkaç dünya varlığının yalın yansımaları. "Seçilmiş yalınlık" gözüyle süzülmüş. Renkler bile ayrışmaya, kendini sahnelemeye çalışmamış. İki temel renk var, kendi doğallığında yayılan tonlarıyla ışıyor; kuşlar, koyunlar, otlar, bayırlar, güneş ve bulutlar üzerinde. Aynı karede bir araya geldiğinde bu varlıklar, oluşan atmosferin içine çekiyorlar gözü. Gözü de dip gözün içine. Dünyanın herhangi bir güz günü belki, sabahı geçmiş öğlene yaklaşmakta vakit. Kuşluk vakti. Karede insan yok, insana dair bir işaret de yok. Ne köpek, ne ağıl, ne çoban, ne de maşlağı. İnsandan önceki bir zaman gibi. Ya da belki insan türü tükendikten sonraki bir an. Öztürk, bunları da seçici bilinçle görmüş, kaydetmiş olmalı. Ama bunlar neyin imge kodları oluyor da benim zihnimdeki tortuları bulandırıyorlar? Nedir bu masum bakışı kelimelere boğan çaba? Göz görmez bilinç görür mü deniyor gene?

Bu soruları çoğaltma pahasına şunu da sormalıydım: Fotoğraftaki görsel imgeleri kelimelere dönüştürmek, görsel anlamı dilde aramak niye? Karl Kraus söylemişti: Bir kelimeye hangi yakınlıktan bakarsan o da döner sana o mesafeden bakar. Bu görme biçiminde yalnızca kelimeyi değil herhangi bir varlığı da böyle bir bakışla düşünebilir miyim? Ama gene de kelimelerde ifade bulur bakıştaki anlam. Gerçeğe olan ilgimiz sönmemişse, kelimelere tutunarak yaklaşırız varlıklara; resmin renginden, müziğin notasından daha çok kelimelerle örülmüştür bilincimiz. Fotoğraf, resim, heykel, müzik de böyle değil midir, istersek kelimelerle konuşur bizlerle. O varlığı hangi ilgi derinliğinde görürsem, dinlersem, hissedersem o da bana aynı özden kelimeler sunacaktır.  

Leylekler, koyunlar, güneş, toprak, hava… Her varlık gibi insan muhayyilesine ilk önce mitsel bilgiyle girmiş hepsi de. Oradan kutsal kitaplara taşınmış, hatta bunlar modern çağa bile kalabilmişler. Giderek insan eliyle çizilir olmuş canlarının kaderleri. İnsanın oluşumundan sonra insan oluşla bütünleşmiş iki varlık. İki "cennet" varlığı, koyun ve leylek. Aslını gören, yaşayan olmasa da cennetin, umutsuzların sığındığı bir avuntu olarak yaratılsa da, inancı sömürülse de, kovulduğumuz söylenen cennete dair bir im taşıyor bu varlıklar. Hepimizin ortak bilinçaltında saklı bunlar. Cennet görünüşü burada öyle şatafatlı filan değil elbet; pınarlardan süt akmıyor, dilden bal damlamıyor, suç işledi diye kovulacak tek bir âdem bile yok. Öyleyse cennetten bir an demek fazlasıyla tuhaf değil mi? Niye bu tuhaflık? 

Gözümüzün ötesinde, bilinçaltının tortulu dibinde, koyunlar ve leyleklerin bir arada olduğu o âna tanık olmak nasıl bir tinsel ürperti yaratmış olabilir Fazlı Öztürk'te? Sıradan gibi duran bu geniş ânı kaydetmeliyim dedirten nedir ona? John Berger olsaydı, fotoğrafçının bu yönelişini severdi sanırım. Avrupa kırlarında hâlâ yaşayan kadim simgeleri (mesela tahta kuşlar) kaydetmeyi önemseyen Berger. "O ana adanmışlık" gözüyle en dibe doğru bakmayı öğrenmiş bir görsel çağ filozofuydu. Fazlı Öztürk'ün de o âna sınırsızca bağlanış duygusunu alkışlardı sanırım.

Ama ben koyunların ve leyleklerin ışıkçısı gibi duran güneşin şakacılığını da hayal eden mitsel düşünüşün izindeyim hâlâ:  Koyunlar, insan kovulduktan sonra çobanın kavalına inanıp cenneti terk etmiş varlıklar diye bilinirler. Dinlerin kurbanı, kurbanların simgesidirler. Leylekler ise, o kayıp dünyadan kalan, hâlâ yaşayan, hatıra kuşu, mektup kuşu, sevgiliye masaj ileten, her halkın kutsanmış mucizesi.  

Gene de abartılı görülebilecek bu yorumu daha somut kanıtlarla düşünmeliyim. Halk bilimci Pertev Naili Boratav (araştırmaları dünyanın iyi üniversitelerinde okutulur) masalları, meselleri, ağıtları, türküleri, mitsel inanışları derlemeye çıktığı bir yolculuğunda çobanlarla karşılaşıyor Toroslarda (yıl 1949). Sohbetin bir yerinde çoban, doğal bir ifadeyle, kendi varoluş öyküsünü koyunlarınkiyle bütünleştiriyor. Teypten aynen aktarılan hâliyle öykü şöyle: "Koyun bir türlü cennetten çıkmak istemezmiş, Cennet-i âlâdan... Çobana diyorlar ki, ‘bu hayvan ne yaptıysak cennetten çıkmadı. Belki kavalla çıkar...' Çobana kavalı veriyorlar, diyorlar ki, ‘Çık cennetin kapısından, hiç arkana bakmadan yürü.' Çoban bir gün iki gün yürüyor arkasına bakmadan. Sonunda merak ediyor, dayanamıyor, dönüyor, arkasına bakıyor. Bütün koyunlar çıkmış, bir tek koç kalmış, cennetten çıkmamış. Çoban bakınca cennetin kapısı kapanıyor, o koç içerde kalıyor. Bütün koçların boynuzları gümüşten imiş. Çoban arkasına dönüp bakınca çıkan koçların boynuzu kemik kesilmiş. Bakmasaymış hem o tek koç da cennetten çıkacakmış, hem de bütün koçların boynuzu gümüş kalacakmış..." 

Yaşar Kemal'in Binboğalar Efsanesi'nde yaşayan mitlerden biri de bu. (Kavalcı Müslüm Koca'nın öyküsü.) Mitsel tarihte ölüm ülkesine gidip dönebilmiş tek tanık olarak anılan Orpheus'un ta kendisi değil mi o çoban? Bugün bile halkların sözlü belleğinde yaşıyor bu mitolojik öykü. Roller kılıklar dönüşüm geçirmiş –hep yaptıkları gibi-, Toros tepelerinde yaşamayı sürdürüyor. Lir, kaval oluyor; kavalcı çoban Orpheus'un kendisi. Koyun ise, o başı yeryüzüne her zaman eğik hâliyle, terk ettiği özgür cennetin geri dönüş yolunu arıyor olabilir mi, çobanın algısına göre? Bu gerçeküstü hikâyeler, nasıl gelmiş de hâlâ yaşıyor cehennem sıcağında, Çukurova'da?

Buraya döneyim. Fazlı'nın gittiği bozkırda ne arıyor bu kadim mesel? Bu soruyu düşünürken leylekler giriyor öyküye. Dönüş yollarına bakar gibi durmuyorlar mı leylekler? Ya da geride kalanları bekliyorlar gibi? Bir haber bekler gibi? Boyunları bükük. Bugün bile, halkın umut postacısı olarak belleklerde yaşayan, hayat döndükçe çoğalan ayrılık türkülerinin telli turnaları. Ölümsüzdürler. Yaşlanınca kaybolacaklar; insan olarak geri dönecekler, yaşamlarını insanlar arasında sürdürecekler. Leylekler insana bunu bile inandırmışlar. Bu inanç yalnızca Anadolu'da değil, dört kutbun her diyarlarında yaşıyor. Leyleklerin konacıkları değişmiyor kolay kolay; bir mevsimden öbürüne, bir kutuptan başka birine uçarken -günleri, saatleri ayarlı gibi- gökyüzünden inip konaklıyorlar yollarda. Halkların inanışında kadınların koynuna bebekleri getirip emanet eden onlar hâlâ. Ayrı düşenlerin hasretlerinde, şarkılarında, türkülerinde yaşıyorlar. Göç yolunda kanadı kırık, ayağı buruklar için hastaneler bile inşa edilmiş yol üstlerinde. ("Gurabana-i Laklakan"). 

Son Kuşlar öyküsüne Sait Faik, "Vaktiyle bu Ada'ya bu zamanda kuşlar uğrardı. İki yıldır gelmiyorlar. Belki de, ellerinde ökselerle kuşları avlayanlar yüzünden, gelmekten vazgeçtiler," diye başlar. Bugün leylekler unutulmaz doğa belgesellerinin mucize oyuncuları, hızla azalıyorlar. Henüz hiçbir uçağın ulaşamadığı yetenekle donanmış bu güzelim dünya varlıkları, tükeniyor. İnsanın kuşlara öykünerek uçurduğu o hırslı çelik-kuşlar için düşman ilan edileceklerini bile umursamadan gidip dönüyorlar aynı yollardan. Avcılardan, uçaklardan, tırpan gibi dönen dev rüzgârgüllerinden geçilmez olmuş yollar. Doğadaki her şeye yaptığı gibi göç yollarını da talan eden insan, bu güzelim varlıkları yanlış hesaplarına kurban ediyor hâlâ. Azala azala, ölüm-kalım pahasına varoluşlarını sürdürüyorlar gene de. 

Karedeki leyleklerin "kurban" imgesi dışında koyunlarla bağları nedir peki? İkisinin de egoist akla yenilmeleri dışında, bir ortak bir yanları daha var: Edilen kötülüklere aldırmadan, güneşin ve toprağın sevişmesinden damlayan çimenlerin, tohumların, suların cömertliğiyle, zamanın sonsuzluğunu yaşamaya ısrar ediyor olmaları. Fazlı Öztürk, sonsuzluktaki bir ânın fânî tanığı, diyor ki sessizce, (İlhan Berk gibi):


Gördüm de söylüyorum, sonsuzluk her yerdedir.

 

(Ana görsel: Fazlı Öztürk)