Yukarı Çıkarıcı

#30
Özgür Atlagan
Hakkında Diğer Yazıları

Ben kapı duvarına yaslanmıştım en ideal noktadan her şeyi gözetleyebilmek için. İnsanları,  onlar gözetlemememizin kurbanları olduklarını bilmedikleri zaman gözetlemeliyiz, diye  düşündüm. Bahçıvanlar çiftlikten çıkıp limonluğa gidiyorlardı, hep buketler ve çelenklerle, su  güğümleri ve tahta kasalarla. Limonluğun önüne büyük tahta saksılarda selviler ve palmiyeler  konmuştu, bir de bahçıvanların her zaman limonlukta yetiştirdikleri ve büyük özen  gösterdikleri agav vardı. Kapının duvarına iyice yaslanmış, güneyin bu karakteristik bitkilerine  kuzeyde ne zorluklarla bakıldığını ve nasıl bunların üzerine titrendiğini düşünüyordum, bir  yandan vicdan rahatsızlığı, öte yandan da büyük bir gözetleme zevkiyle. Bahçıvanları  gözetlerken sakindim, kafamdan belki kız kardeşlerimden birini ya da herhangi bir başka  akrabayı görürüm, diye geçiriyordum, tabuta konmuş annemle babamı ve tabuta konmuş  ağabeyimi mutlaka hemen görme zorunluluğu hissetmiyordum, oysa biraz olsun terbiye bunu  gerektirirdi. (s. 197-8) […] Her zaman iyi bir gözlemci, dahası iyi bir gözetleyici olduğum ve bu  gözetlemeyi ve gözlemlemeyi en yüce erdemlerden biri haline getirdiğim için, kapıda durup  gözetlemem ve gözlemlemem doğaldı, bahçıvanlar benim için ideal ve çok rahatlatıcı bir  malzemeydi, zaten onları her zaman severek gözetlemiş ve gözlemlemiştim, şu anda burada  da öyleydi, zaten burada kaldığım anları, büyük bir titizlikle demek zorundayım, uzatmanın,  yüz misli, hatta bin misline çıkarmamın nedeni de buydu. Gözetlenen ve gözlemlenen,  gözetlendiğini gözlemlendiğini bilmezse bu en zevkli eylemlerden biridir. Aynı zamanda da,  diye düşündüm, kesinlikle yasak olmasına rağmen, zevkine vardığımızda kendisinden  kaçamadığımız bir sanattır. (s. 201-2) (1)

 

Thomas Bernhard'ın Yok Etme romanındaki anlatıcı Murau; romanın başında Avusturya'nın Wolfsegg adlı  bölgesinde bir şatoda yaşayan ve o bölgenin sahibi olan anne, baba ve ağabeyinin bir trafik  kazasında öldüklerini bildiren bir telgraf alır. "Wolfsegg'de aile ile yapılan yorucu, ağır ve yalnızca özel ve ilkel gereksinimlerle sınırlı konuşmalardan sonra" Roma'ya henüz dönmüş olan Murau, onun "için her şeyiyle gerçekten iğrenç olan Wolfsegg'e" geri dönme mecburiyeti karşısında sarsılır. Bu durum üzerine ailesine, ailesinin ve Avusturya'nın Nasyonal  Sosyalizm ve Katolik Kilisesine olan bağlılığına, düşünce düşmanlığına, devralacağı mirasa ve  kendisine yönelik bir dizi sorgulamaya, eleştiriye, saldırıya, yok etmeye girişir. Bernhard  insanların sahteliği, çıkar ilişkileri ve ikiyüzlülüklerini yüzlerce sayfa süren bir rezalet geçidine  dönüştürür ve aile, inanç, siyaset, hatta fotoğraf çekmek de dahil olmak üzere başkaları tarafından belirlenmiş ve içine yerleşmeye zorlandığımız kalıpları teker teker yok eder. Bunu yaparken Murau'nun "en zevkli eylem ve en yüce erdem" olarak nitelediği, yasak ama zevkine vardığımızda kendisinden kaçamadığımız gözetleme sanatının en üstün örneklerini ortaya koyar. Benim de çocukluğumda yaşıtlarımın hangi yönden ne zaman geleceği belli olmayan tacizlerine karşı kendimi koruma içgüdüsüyle gayriihtiyari başladığım gözetleme ve gözlemleme sanatını sürdürmemin sebeplerinden biri; insanların, özellikle meslektaşlarımın, özellikle doğrucu meslektaşlarımın, ikiyüzlülüklerine ve bu alanda geçer akçe olan personaya karşı uyanık olabilmek. Bir diğer sebep ise kendi rezaletimin farkında olmak. Ve tabii bir de bu  sanattan alınan zevk.

Büyük olasılıkla çoğumuzun yaptığı bu eylemin belli durumlarda bir güç gösterisi olduğunu da kabul etmek gerek: bir çeşit kudret bakışı, bir yargıçlık olayı. Bu yüzden aslında  kendini üstün görme gibi bir rezaleti beraberinde getirebilecek bir çalışma alanı. Ama işin güzel tarafı da bu, çünkü insan aynı kudret bakışını kendine de yöneltmek zorunda kalıyor Murau'nun da durmadan yaptığı gibi. Gözetleyici sefalet içinde söylediği şeylere, giriştiği birtakım rezilliklere bakma sorumluluğunu taşır buluyor kendinde. Aynı bakışı mesleğiyle kurduğu ilişkiye ve yapıtlarına da yöneltmek zorunda kalıyor. Ama bu bakışın en zevkli uygulamalarından biri onu daha güçlü olduğunu düşünen, ima eden, dayatan birine yöneltmek. Yok Etme gibi yapıtlar dışında bunu yapmakta olduğuma beni uyandıran ve bilinçli bir eylem olarak sürdürmeme neden olan olaylardan birini anlatmak istiyorum: Açılış sergisi için çalıştığım bir sanat kurumunda tanık olduğum bir olayı.

Kurumun çok katlı binasında zemin kattan ikinci veya üçüncü kata gitmek üzere asansöre  binmiştim. Binaya yeni yerleştirilmiş sıfır asansör yeni yerleştirilmiş olmanın getirdiği birtakım aksaklıklar yüzünden düzenli olarak çalışmaya ara vermekteydi. Asansöre kurumun yöneticisi ile birlikte binmiştik. Birinci kata vardığımızda teknik ekibin başındaki kişi ikinci kata çıkmak üzere asansöre bindi. Böylece asansörde kurumun büyük olasılıkla en yüksek maaşlı tam zamanlı çalışanı, en düşük maaşlı tam zamanlı çalışanlar grubunun en yüksek maaşlısı ve  geçici çalışan olarak ben asansördeydik. Binanın en üst katındaki ofisine çıkmak için asansöre  binmiş olan en yüksek maaşlı daha düşük maaşlının bir kat çıkmak için asansöre bindiğini görünce şöyle dedi: "Bir kat çıkmak için binerseniz asansör tabii zırt pırt  bozulur." Mevkidaşlarıyla veya seyirci karşısında kibar ve şefkatli konuşabilen en yüksek maaşlı, zırt pırt yerine sürekli, devamlı, durmadan gibi başka bir kelime de kullanmış olabilir. Diğer kelimeler de tam olarak böyle olmayabilir. Ama bu anlama gelen bir cümlede hangi kelimelerin seçildiği pek bir şey değiştirmiyor. Önemli olan yöneticinin bu cümleyi sarf edecek zamanı ve enerjiyi harcaması, onu bir sarf malzemesine, dolayısıyla bir muhasebe kalemine dönüştürerek ona bir takım kurumsal işlevler kazandırması. Bunları kısaca incelemek istiyorum.

Öncelikle asansörler hakkında derin bir teknik bilgiye sahip olmasam da bir asansör için bir kat veya iki kat çıkmanın bir farkı olmaması gerektiğini varsayarak başlamak istiyorum. Öyle  olsaydı asansörler binilen kattan en az iki kat çıkmak için programlanmış olurlardı. Bu en alt katın üzerindekine asansörle çıkmayı olanaksız kılardı, aynı şekilde en üst kata bir altındakinden çıkmayı olanaksız kılacağı gibi. Bu durumda en yüksek maaşlının, ofisinin bulunduğu kata bir alt kattan asansörle çıkmadığını varsaymamız gerekiyor - ki muhtemelen öyle yapıyordur. Her sağlıklı insandan öyle yapması beklenildiği gibi. Ancak açılışa yetiştirilmeye çalışılan bir kurumda uzamış mesailer düşünülürse her çalışanın ideal sağlık şartlarına sahip olmayabileceğini de varsaymalıyız. Bu varsayımlar ışığında bu cümlenin kavrayabildiğim ilk işlevi en yüksek maaşlının, asansöre binerek merdiven çıkma yükünden kurtulmak isteyen daha düşük maaşlıyı geçici çalışan karşısında utandırma yoluyla, ona kurtulmaya çalıştığı yüke eşit veya daha ağır gelecek bir yük bindirebilmek. Bu sayede düşük maaşlının yükünün hiç olmazsa sabit kalmasını sağlayarak kaytarmasının ve kendine ayrıcalık yaratmasının önüne  geçebilmek. Yeni açılmakta olan, inşaatı henüz bitmemiş bir kurumda yöneticinin yükler dengesine hâkim olarak kurumun görünmez statiğini oturtma çabası. 

Düşük maaşlının geçici çalışan önünde utandırılması durumuna dönersek, aslında böyle bir  durumun olmadığını söyleyebiliriz. O anda geçici çalışan bir utandırma yükselticisi konumuna  yerleştirilmemişti. Eğer öyle olsaydı en yüksek maaşlı geçici çalışanı kendi türünden saymış  olurdu. En yüksek maaşlının utandırma gibi görünebilecek eylemi, daha düşük maaşlıyı  uyarmanın yanında geçici çalışanı da yok sayarak, geçici çalışanın temsilî düzlemde ortadan kaldırılmasına da yaramıştı. Böyle bir uyarı yapılacaksa mesleki adap adına birebir olarak ya da daha rezil bir kurumsal usul olan tüm çalışanlara gönderilecek bir e-posta yoluyla yapılmalıydı. En yüksek maaşlı, geçici çalışan karşısında düşük maaşlı çalışanın mahremini imha ederek geçici çalışana "Sen burada değildin. Buradaysan da düşüneceklerin, hissedeceklerin, söyleyeceklerin burada değillerdi, dolayısıyla bana etki edemezler," demiş oluyodu. Böylece geçici çalışanın ortadan kalkmasıyla açığa çıkan eksi yükle beraber asansör yukarı katlara doğru olan yolculuğunda hafiflemişti. En yüksek maaşlı bir cümleyle iki statik birden sağlamış, geçici çalışanı asgari saygıdan faydalandırmayarak ve tam zamanlı çalışanın yükünde fireden kurtulup maaşından artı değer elde etmesini engelleyerek verimliliğin hiç olmazsa korunmasını sağlamış, onun kutsiyetini pekiştirmişti. Ben de kurumsallığın sanat alanındaki bir örneğine daha tanıklık etmiş ve ortadan kaldırılmam sonucunda gözetleyici konumuna erişim kazanmıştım. En yüksek maaşlının statik hesabında şaşan tek şey gözetleyicinin ortaya çıkan yükü olmuştu.

Cümlenin bir işlevinin de asansörün mutenalaşmasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Herhangi bir ahlaki değerin içeri alınmadığı köklü bir reklam ajansında yaptığım staj sırasında ajansın sahipleriyle asansöre binmemem konusunda uyarılmıştım. Asansörün gettolaşmasını istemiyordu sahipler. Asansörün kapısı açıldığında sahip görürsem yokmuşum gibi davranmalıydım. Bu yolla yok sayılma eylemi çalışanlara yaptırılarak onlara verimliliğe katkı sağlama fırsatı da sunulmuş oluyordu. Reklam ajansından  farklı olarak bir sanat kurumda en yüksek maaşlının düşük maaşlılarla aynı asansöre binmekten sakınması güncel sanatın ilkelerine aykırı. Ancak düşük maaşlının bir kat çıkmak için asansöre binmesi en yüksek maaşlıya bir çeşit serbest zaman faaliyeti olarak görünmüş olabilir. Asansör serbest zaman kullanımı ya da bir kat çıkmak gibi hor kullanımlar için yalnızca ziyaretçilere açıktır. Bir binada pürüzsüz bir akış için kimin neyi ne  zaman kullanacağı, hangi grupların birbirine nasıl karışmayacağı keskin çizgilerle belirlenmiş olmalıdır. Özellikle düşük maaşlı çalışanların bakımına muhtaç büyük binalara sahip kurumlarda.

Buradan hareketle sanat alanındaki bir diğer ayrışma durumu olan sergi üretiminde emek meselesine de bakabiliriz. Sergileri inşa edenlerin isimlerinin serginin bir yerinde görünmesinin hâlâ yaygın bir uygulama olduğunu söyleyemeyiz; bir başka yok sayılma biçimi. Sergi eliti ve sergi inşaatçısı olarak temel iki gruba ayırabileceğimiz sergi emekçilerinin ayrışmasına dair, gözetlemekten kendimi alamadığım, en sefil anlarından biri sergi elitinin sergi inşaatçısıyla samimiyet  kurmaya çalıştığı, sergi inşaatçısının hoşuna gidecek şeyler söylemek için çırpındığı, sergi  işçisinin gözünde ürettikleriyle olmasa da mesela çeşitli "altkültürlere" olan içten merakı ve ait  olmadığı yerlere girip çıkabilme becerisi sayesinde onu dahi etkileme ihtirasıyla didindiği  anlar olabilir. Sınır yokmuş gibi yapma rezilliği ve işi yaptırmak için verilen sıcak iletişim bahşişi.

Son olarak asansörün bu cümlenin sarf edilmesiyle geçirdiği dönüşüme değineceğim. Daha düşük maaşlıyı asansörü hor kullanırken yakalayan en yüksek maaşlı konumu ve  gücünü istismar ederek asansör kullanımıyla ilgili eğitim vermeye girişmişti. Bu eğitim asansörün sahip olduğu tarihsel ve simgesel yükün de yardımıyla onu bir dersliğe  dönüştürüvermiş ve bir kez daha çağdaşlaşma anlatılarındaki yerine oturtmuştu. Kitleler asansör kullanmayı hâlâ bilmiyorlardı. Bir cümleyle dersliğe dönüşebilen bu mekân aynı  zamanda mahkeme salonuna da dönüşmüştü. En yüksek maaşlının düşük maaşlıyı, geçici çalışanın en yüksek maaşlıyı ve düşük maaşlının en yüksek  maaşlıyı olası yargılaması ile asansör bir yargılamalar silsilesine sahne olmuştu. Bir asansör mahkeme salonuna dönüşebiliyorsa her yer dönüşebilirdi, iki kişi arasında seslerle  titreşen hava gibi.

Gözetleme sanatı üzerine olmasını planladığım bu yazı aslında gözetlenmiş olayın pek derinlikli olmayan bir çözümlemesine dönüştü. Kudret bakışının hükmü hatırına, biraz güç kazanmak ve persona düşmanlığı adına bunu yapmaktan kendimi alamadım. Ve sürekli içimde taşıdığım bir tedirginlik yüzünden. Kendi doğruluğundan emin olmanın, şüphe edilmemiş kendinden eminliğin ve kendinden şüphe etmenin zayıflık olarak görülmesinin yarattığı şiddet yüzünden. Bu şiddetin getirdiği tedirginlik ve giderek bir kendinden eminler ordusuna dönüşmemizin neden olduğu korku yüzünden.

"Hepimiz büyüklük budalalığından çekiyoruz, dedim Gambetti'ye, sürekli bayağılığımızın hesabını vermeyelim diye. Yok Etme, diye düşündüm, ama doğruyu söylemem gerekirse yıllar sonra da bu kavram bana çok az şey söylüyordu, akılalmaz bir şey düşündürmüyor bu kavram bana, dedim Gambetti'ye, benzersiz bir şey de düşündürmüyor ama bir taslaktan daha başka bir şey düşündürüyor, varoluş taslağından daha fazla bir şey, ortaya çıkarabilecek bir şey düşündürüyor. Ortaya çıkarabilecek ve ondan utanmayacağım bir şey, dedim Gambetti'ye. Bunu yazma konusunda kendimi yetenekli ve buna uygun görüyorum, bu bana yazmaya değer görünüyor, çünkü önemli benim için, ayrıca da bana büyük bir zevk veriyor, diye düşündüm. Aslında ben yazar değilim, dedim Gambetti'ye, yalnızca bir yazın aracısıyım, Alman yazınının, hepsi bu. Bir çeşit yazın emlakçısı, dedim Gambetti'ye, ben yazın emlakına aracılık ediyorum bir açıdan. Ve bugün her posta kartı yazan da kendine yazar diyorsa, ben de kendime çoktan denediğim ve yazdığım yüzlerce yazıdan sonra yazar değilim diyorum." (s. 379)

 

Metni akıcı hale getirmedeki yardımlarından dolayı İpek'e, kudret bakışı ifadesine dikkatimi çeken Ian'a ve Bernhard'ı bana tanıtan Zeynep'e teşekkür ederim.

(1) Bernhard, Thomas. Auslöschung - Ein Zerfal. Çev. Sezer Duru. İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005. 

Ana görsel: Matthäus Merian, 1656.