Cemre Yeşil ve Anılar Arşivi

#15
Ahu Antmen
Diğer Yazıları

Freud 1920'li yıllarda yazdığı bir makalede, hafıza süreçlerimize katkıda bulunan birtakım aygıtların, örneğin fotoğraf makinalarının, insan zihninin görüntü depolama kapasitesiyle asla boy ölçüşemeyeceğini söyler. Görsel algı kapasitemizin sonsuzluğunu ifade etmek için de çocukların en sevdiği oyuncaklardan silinebilir manyetik çizim tahtalarını örnek verir. Daha bir görüntü silinmeden yenisi belirir, yenisi belirirken eskisi silinir. Freud, sözünü ettiği o ‘mistik tahta'dan 100 yıl kadar sonra hayatlarımızın her anını kaydetmeye, göstermeye, paylaşmaya olanak sağlayan görsel teknolojiyle kuşatılmışlığımızı görse ne düşünürdü acaba? Dev görsel hafıza ağlarının sonsuz bir döngü halinde üretilen görüntüleri bünyesinde topladığını, bu sonsuz döngüdeki akışın değil dakikalarla, saniyeler, saliseler hızında olduğunu, milyonlarca kişinin görsel algı biçimlerinin, anılarının ‘görüntü' haline geliverdiğini ve hemen başkalarıyla paylaşılabildiğini, yani adeta kişisel algı süreçlerinin çırılçıplak gözler önüne serilebildiğini?.. Ölümden yine de kaçamayacağımıza işaret ederdi sanırım.  Tabii narsisizmin dibine battığımıza da!.. Varoluşun kendisinin görsel kılınmasından çok, görsel kılmanın bir tür varoluş/var olma haline dönüştüğü bir dinamik içinde fotoğraf makinasının, insanın görüntü depolama kapasitesiyle artık boy ölçmeye başladığını bile düşünebilirdi belki. Vertov'un sine-göz'ü, Haraway'in siborg'u geliyor akla: Teknolojiyle bedeni, teknolojiyle ruhu birbirinden ayırmak mümkün mü günümüzde? Telefon, fotoğraf makinası, bilgisayar gibi organlaşmış aygıtlarımızla yaşıyor, görüyor, düşünüyor, üretiyoruz.

Günümüzde fotografik görüntü, bu bağlamda, ona yüklediğimiz yeni anlamlar ve işlevlerle hiç olmadığı kadar merkezî bir konumda: Evet, fotoğraf her zaman bir hafıza kayıt aracıydı, ama bugün onun kaydettikleri olmadan sanki hafıza da yok (ya da yok olacakmış) gibi bir anlayış hakim olmaya başladı. Sanal ortamda biriken dijital görüntü akışlarına birer dijital albüm olmanın ötesinde işlevler ve anlamlar yüklüyoruz artık; kimlikler yıkılıyor ya da kurgulanıyor o akışlarda, görüntü silsileleri soyumuz sopumuza dönüşüyor adeta! Bu durumun bir yandan da Nicholas Mirzoeff'in dediği gibi görsel kültür üretiminde amatörlüğü yücelten, görsellik alanını demokratikleştiren, ‘sıradan' bireyi yani sokaktaki Ayşe'yi, Mehmet'i iktidarlı kılan bir boyutu da var kuşkusuz. Sanat alanından konuştuğumuzda da sınırlar iyice muğlaklaşmış durumda: Sherrie Levine'ın Weston, Evans gibi fotoğraf ustalarının klasik karelerini kendine mal ederek görüntüler üzerindeki mülkiyet hakkını sorguladığı/sorgulattığı günden bu yana giderek daha anlamlı hale gelen bir soru, görüntülerin kime ait olduğu ve bu aidiyeti belirleyen etkenler. Burada mülkiyet kavramını yalnızca piyasa açısından düşünmeyelim; görme, kaydetme, saklama, çoğaltma, paylaşma sınırsızlığının yarattığı ortamı düşünelim. 1960'lı yılların Amerikalı kavramsal sanatçılarının dillerine doladıkları bir sanatsal algı ve alımlama durumuydu bu: Bir kere gördüyseniz bir yapıtı, bir kere zihninize kazındıysa, o zaten artık sizindi.

Bu uzun girişten sonra artık Cemre'nin fotoğraflarına geleceğim: Cemre Yeşil, Türkiye'de son birkaç yıldır dikkat çeken genç bir fotoğrafçı kuşağının son derece ‘kendine özgü' figürlerinden. Cemre'nin çektiği tek tek fotoğraf kareleriyle, bir düşünce etrafında gerçekleştirdiği fotoğraf projelerini birbirinden ayırıyorum. Victor Burgin'in önerdiği ayrımdan baktığımızda, biri anlam yakalamak peşinde koşan, dolayısıyla daha romantik bir nosyonla kendi öznel duygularının yankılanabileceği kareler arayışında olan; diğeri ise anlam kurmak gibi düşünsel bir pratiğe giren, yani fotografik görüntü kullanarak aslında kültürel meseleleri yapıbozuma uğrata iki tip yaklaşımın geçerli olduğuna katılıyorum. Cemre Yeşil, her iki alanda da dikkat çekici bir üretime sahip: Tek tek karelerinde, gündelik hayatın bazen sıradan ve anlamsız, bazen anlamlı ama sıradan, bazen hem anlamsız hem sıradan, kısacası varoluşun en olduğu gibi hallerinin görüntülerinde, abartısız ve sakin bir duyarlılık ve ince mizahla örülmüş son derece öznel bir boyut var. Belli bir meseleyi araştırdığı fotografik projeleri ise, genellikle insanın çeşitli varoluş hallerine dair kültürel bir sorgulama içeriyor ve sanırım hem hakiki bir merak duygusundan ama hem de duygusallık dozunun tam kararından dolayı, projenin düşünsel boyutunu dışlamadan yine cezbedici birer görsel birikimle karşımıza çıkıyor.

"This Was", Cemre Yeşil'in her iki yönünü algılayabileceğimiz, bir fotoğrafçı/sanatçı olarak hayata ve sanata bakışını kavrayabileceğimiz bir proje. Fotoğrafların hepsinin telefonla çekilmiş olması, bazılarının Instagram'da paylaşılmış olması, kısacası sanal dünyanın ürettiği yeni bir görsel iletişim ağının yansıması olması projenin temelini oluşturuyor. Bu bağlamda bu projenin, yukarıda ifade etmeye çalıştığım kültürel dönüşüme dair önemli bir yorum olduğunu söyleyebiliriz. Cemre, profesyonel fotoğrafçıların genellikle biraz mesafeli yaklaştığı olgularla mesafeyi yerle bir ediyor. Bir anlamda günümüz varoluş biçimlerine sirayet etmiş görsel pratiklerle mesafelenmenin anlamlarını sorguluyor: Telefonla çekilmiş fotografik görüntünün statüsü, ‘profesyonel makina'yla çekilmiş görüntünün statüsünden farklı mı? Günümüzde görüntü üretimi bağlamında profesyonellik ne anlama geliyor? Bir fotoğrafçının Instagram'da paylaştığı kareler, onun kendi küratöryel tercihleriyle açılmış bir tür sergi sayılabilir mi? Bu tür sanal ağlarda alınan ya da alınmayan ‘beğeniler', takipçilerin düşük ya da yüksek sayıları, fotoğrafçının ve fotoğrafın değerine dair nasıl bir etkiye sahip ve neden? İyi fotoğraf ne? Güzel fotoğraf ne? Kötü fotoğraf ne? Görsellik üretiminde samimiyet ne? Herkesin içini dış ettiği bir görsel akış içinde, gerçeklikle kurgu arasındaki sınırları belirleyen ne? Kolaylıkla görülebilen ve kolaylıkla sahip olunabilen görüntüler, galeri ortamına girdiğinde neden ve nasıl daha başka bir anlamla, aurayla, hukukla kuşatılıveriyor? Bu sorular ve yanıtları, sanatsal nosyonlarımızı, görsel mülkiyete dair algımızı ve genel olarak görsellik temelindeki ‘sistem'i ne ölçüde değişime uğratabiliyor?..  Sorular çoğaltılabilir kuşkusuz, ama özetle Cemre Yeşil'in "This Was" projesi, spesifik olarak kişisel hafızaya odaklanan yönüyle, sosyal medyada fotoğraf paylaşımının kültürel koşullarını gündeme getirirken; profesyonel ya da amatör olsun, ‘görüntü'nün statüsüne dair algı mekanizmalarımızı gözden geçirmemizi talep ediyor.

Ama bu projenin bir de çok içsel, çok şiirsel, deyim yerindeyse entelektüalizmden bir o kadar uzak bir yönü de var doğrusu. Her görüntüyle eşleşen bir cümle, aslında modern hayatlarımızın gündelik akışına dair görüntü/metin haikuları gibi. Görsellikle yazı, yazınsallıkla görsellik arasındaki ilişki bu projenin ilginç bir boyutu; göstergelerle, görsel kodlarla düşünmeye alıştığımız bir dünyada görsellik üretiminin arka planındaki ideolojik sistematiği düşündürüyor. Ama bunu olabilecek en masum şekilde yapıyor. Bir görüntünün nasıl oluyor da bir duyguyu, bir kavramı anlatabilir hale geldiğini kendi kişisel dünyasının penceresini açarak (ya da açarmış gibi yaparak?) gündeme getiriyor. Bu fotoğrafların ne kadarı gerçek? Ne kadarı kurgu? Bu karelerin hepsi gerçekten birinin hayatına mı tekabül ediyor? Gerçekte de birinin anılar arşivi mi bu? İnsan Cemre'ye sormadan edemiyor: O fotoğraf gerçekten birlikte arabada uyuduğunuz gecenin sabahında mı çekildi?.. O küçük kıza gerçekten ikiniz de aşık oldunuz mu?.. Yollara düştüğünüzde gerçekten de öyle iki at gördünüz mü?.. Ya da her fotoğrafın hafızayla ilişkisi ve gizemi: O fotoğraf niye sana Cemal Süreya'yı hatırlattı ki?.. Yalan söyledikten sonra niye o fotoğrafı çektin?.. Orası gerçekten de gördüğün en mutlu sokak mıydı?..

Cemre Yeşil'in Londra'dan İstanbul'a, İstanbul'dan Londra'ya uzanan, hayatının daha yoğun olarak İngilizce konuşup okuyup yazdığı bir döneme tekabül eden, dolayısıyla İngilizce olarak gerçekleşmiş "This Was" başlığı, metinlerdeki dil oyununu da koruyarak Türkçeye nasıl tam anlamıyla çevrilebilirdi bilmiyorum: Böyleydi… Buydu… İdi… diye mi? Belki de topluca ‘geçmiş zaman' demeli. Fotoğraf zaten, geçmiş zamanın kendisi değil mi?

Fotoğraf, bir anlamda, özellikle bugünkü işleviyle (Instagram'da günde 60 milyon fotoğraf paylaşılıyormuş, bugüne kadar 20 milyar fotoğraf paylaşılmış) topluca dahil olduğumuz bir nostalji ritüeli belki. Nostaljinin modern zaman fikrine ve ilerlemeye karşı bir isyan olduğunu savunan Svetlana Boym'un dediği gibi, nostaljikler –ya da belki bugün fotoğrafla hiç olmadığı kadar yoğun, hiç olmadığı kadar vazgeçilmez bir ilişki içine girererek hepimiz– tarihi silerek kendimizce özel ya da kolektif bir mitolojiye dönüştürüyoruz, geçmiş zamana boyun eğmeyi reddediyoruz. Arşive geçmemiş, anılarımız, ânımız varsa, galiba yaşamış da sayılmıyoruz.


Bu yazı Cemre Yeşil'in "Bak Bu" sergi katalogunda yer almıştır. Ahu Antmen'in izniyle Orta Format'ta yer veriyoruz.