Oto Portre Fotoğrafı ve Performans Sanatı ile İlişkisi

#06
Aslı Narin
Hakkında Diğer Yazıları

Sanat takıntılar ve tutkular üzerine kurulu değil midir? Ben de genelde durum şöyle işliyor. Önce birşeye tutkuyla bakma daha sonra farkında olmaksızın onu takıntı haline getirip çeşitli şekillerde uygulama hali. Açıkçası insanın kendini tanıması yıllar alıyor ve ben daha nasıl bir şekilde iş üretmeye başladığımı yeni yeni anlıyorum.

Lisans öğrencisiyken saatlerce baktığım Cindy Sherman, Francesca Woodman, çılgın hayatını neden bizle paylaştığını anlamaya çalıştığım Nan Goldin ve tek bir fotoğrafıyla- bence anladınız ama yine de buraya koyuyoruz- oto portreyi benim için o zamanlar yıkıp yakmış Lee Friedlander gibi sanatçılar haberleri olmasa da beni bir süre sonra oto portrenin gizemli dünyasına ittiler. Ne yaptığımı bilmediğim için mutlaka bir bahanem olmalıydı, paralel evrendeki bahanem de buydu. Bir anda aklıma gelen ve genelde bir hikayeden çok estetik ağırlık taşıyan- görsel iletişim eğitiminin etkisi olsa gerek- oto portre fikirlerini hızla kurduğum tripodun üstüne kameramı yerleştirerek uygulardım. Bu hal artık bir alışkanlık halini almış, aklıma birşeyler geldikçe yeni şeyler üretmeye başlamıştım. Ne arka planları, ne de hazırlığı vardı bu işlerin. Baktığımda bana hiçbir zaman bitmiş işler gibi gelmemişti. Lakin fotoğraf hocalarımdan birine bu işleri gösterdiğimde bana "Sen fotoğraf çekmiyorsun, resmen performans yapıyorsun, farkında mısın?" dediği anda işler değişmişti. Takıntım bilinçli hale gelmiş, görsel egzersiz gibi gördüğüm işlerin devamını ne tür bir araştırmayla ve nasıl devam ettirebileceğimi anlamıştım. Tek cümleden yola çıkan bu araştırmalarım ve okumalarım, kendimden çıkıp önce Atina'da bir konferansta, şimdi sizin ekranlarınızda insanlarla buluşmuştu.

 

Lee Friedlander, Newyork, 1966

 

Fotoğrafın keşfinden bu yana, fotoğraf sanatçılarının oto portrelerini üretme deneyimleri, performans sanatıyla benzeşmektedir aslında. İzleyici, bu performansın belgelenmesi sonucunda oluşan fotoğraf baskılarına oto portre çalışmaları olarak bakmaktadır. İzleyicinin performans sırasında orada olmamasına rağmen bu baskılar, sanatçının yaratırken yaşadığı süreç dolayısı ile bir çeşit performans sanatı olarak görülebilir. Sanatçı, yarattığı oto portre çalışmalarında kendini ya da bir başkasını canlandırsa bile, süreç içerisinde role hazırlanma, rolüne uygun olarak makyaj yapma ve giyinme, rolü sahneleme ve rolü canlandırma gibi eylemleri sergilediği açıktır. Bu durum göz önüne alındığında oto portre fotoğrafçılığının performans sanatıyla yakın bir ilişkisinin olduğu var sayılabilir.

1960 yılından itibaren sanat, post modernizm ve kavramsal sanatın yükselişi ile farklı bir şekil almaya başladı. Soyut ekspresyonizm ve pop sanatının getirdiği biçimsel tarz, bazı sanatçıların buna tepki olarak üretim kalitesini ve malzemeyi umursamadan sadece fikre ve mesaja önem vererek işler üretmesine neden oldu. Artık bir sanat eserinin görselliği değil, anlamı ve verdiği mesaj önemli olmaya başlamıştı. Bu tavırla beraber sanatçılar, soyut işler ortaya koymaktansa daha samimi bir tavır içine girip kendi içlerine dönüp etraflarında onları rahatsız eden ve oluşan sorunlara dikkat çekmeye çalıştı. Bu dönüm noktası, sanatçıların kendi vücutlarını işlerinde kullanmalarına sebep oldu ve performans sanatı kendini göstermeye başladı. Kristine Stilles'e göre bu performans çalışmaları, sanatçıların fiziksel hallerine tümüyle kavramsal ve zihinsel olarak yansıtılmış izdüşümlerdir.

Artworks – Perform kitabının tanımına göre performans sanatı eylem tarafından temsile dayalı bir sanat formudur. Performans sanatının başlangıcı Dada ve Rus avantgard sanatçılarının gündelik hayatı işleyen ve halkın her kesimden insanlara hitap eden performansları sayılsa bile bu akım Jackson Pollock'un aksiyon resimleri ile başlayan ve bedenleri işlerinin merkez noktası haline getiren Marina Abramovic, Vito Acconci, Chris Burden, Otto Mühl, Bruce Nauman, Denis Oppenheim ve Carol Schneeman gibi sanatçılar sayesinde tanınmaya başlanmıştır. Bu sanatçıların  en önemli ortak özellikleri, sanatçıların kendi bedenlerini ve benliklerini işlerinin merkezi yapmaları ile sanata daha kişisel bir bakış açısıyla yaklaşmaları olmuştur. Bu yüzden 1960 ve 1970lerde yapılan çalışmaların çoğu performans sanatının temelini oluşturmaktadır. Fakat artık performans sanatı denildiğine akla gelen bir rolü sahneleme, o rolü oynamak ve bunu spesifik bir mekanda spesifik bir zaman diliminde yapmak değildir. Eğer izleyici tarafından görülen ya da deneyimlenen iş sanatçının kimliğini ya da varlığını kendi vücuduyla ifade ediyor ya da sorguluyorsa- yapılan işin ortamı ne olursa olsun- bu iş performans sanatı sayılmakta ve performativite içermektedir. Richard Schener'ın "Performance Studies" adlı kitabında belirttiği gibi, performans artık sahne, sanat ve geleneğe bağlı değil, bağımsız ve her yerdedir. Bu söylemden yola çıkarak hemen aklıma hem vidyo sanatı hem de enstalasyon geliyor ve günümüzde bu alanlarda bile hem oto portreyi hem de performatifliği hissedebiliyoruz.

2011 Ocak ve Mayıs arasında MoMA'da gerçekleştirilen ve mutlaka görmem gerekirken tatlı hayat şartlarından göremediğim, performans belgelenmelerinin fotoğraflarından oluşan Staging Action: Performance in Photography since 1960 isimli serginin metni şöyle başlar: "Performans sanatı genelde canlı olarak deneyimlenir fakat onu belgeleyen  ve sonsuz bir hayat sürmesini sağlayan şey, herşeyin ötesinde fotoğraftır." Fotoğraf makinesi ne kadar direkt olarak performansa dahil olmasa da zamanla performans sanatının vazgeçilmez bir parçası olmuş ve yapılan işleri etkilemeye başlamıştır. Auto Focus kitabının Performance bölümünde fotoğrafın performans sanatına girişinin etkisi şöyle anlatılır: "Fotoğraf, performans sanatının içinde belgeleme amaçlı bulunmaktadır. Performansların olduğuna dair kanıtları geçmişten bugüne şimdiye taşımaktadır. Giderek performansların vazgeçilmez bir öğesi haline gelen fotoğraf makinesi, sanatçıların performanslarında kanıtlarının daha güçlü imajlarla belgelenmesi için daha dikkatli ve poz verir şekilde davranmalarına neden olmuştur. Bu değişim, performansların yapılış şeklini değiştirmiş ve onlara yeni bir yön vermiştir."

 

Yves Klein, Leap Into The Void

 

"The Performativity of Performance Documentation" isimli makalesinde Philip Auslander, bir performansın belgelenmesinin belgesel ve teatral olarak iki şekilde gerçekleştiğini söyler. Bu kategorilerin açıklamasını iki farklı performans içeren fotoğraf ile açıklar. İlki Chris Burden'ın Shoot isimli performansının belgelendiği fotoğraftır. Bu fotoğraf, sanatçının kendini arkadaşına kolundan silahla vurdurttuğu bir performansın belgelenmesidir. Fotoğrafta görülen olay, sanatçının bir performans sonrasından kalan ve onu belgeleyen bir görüntüdür. Bir diğer fotoğraf ise Yves Klein'ın Leap Into The Void fotoğrafıdır. Burada ise sanatçının bir duvardan aşağıya atladığı görülmektedir. Fakat bu fotoğraf, daha sonradan üretilmiş ve sanatçı gerçekten böyle bir atlayış gerçekleştirmemiştir. Görülen imaj, hiç yaşanmamış bir olayı göstermekte, tamamen kurgusal bir çalışmadır ve teatrel bir yönü vardır. Bu performansı izleyen belirli bir izleyici kitlesi yoktur ve belirli bir mekanda gerçekleşmemiştir. Performans, sadece bu belgelemenin bulunduğu alanda yani fotoğraf baskısında gerçekleşir.

Aslında fotoğrafta performans, Roland Barthes'a göre sırf oto portrede değildi ve performans sanatından önce de ve hep vardı. "Camera Lucida" kitabında Barthes, fotoğrafın çoğu zaman resim ile anılmaya çalışıldığını fakat aslında tiyatro ne kadar benzediğinden bahseder. Daguerre'in Niepce'in keşfi üzerinden ürettiği panorama tiyatrosundan ve geleneksel Çin tiyatrosundan örnekler vererek fotoğrafın tiyatroyla benzeyen yönlerini anlatır. Barthes'in anlatısına göre geleneksel Çin tiyatrosunun ilk aktörleri yaptıkları makyaj ve maskelerle ölüyü oynamaya çalışırlar. Tiyatronun ölümle olan ilişkisi Barthes'a göre fotoğrafta da bulunmaktadır. Tableu vivant olarak tanımladığı hareketsizliğin figürasyonu ve ona göre şekillendirilen surat fotoğrafta da mevcuttur. Barthes bu ilişkiden yola çıkarak, fotoğrafı geleneksel tiyatro ile bağdaştırır.

Peggy Phelan ise "Developing The Negative" makalesinde ise portre fotoğrafıyla performans sanatının benzerliğini anlatmaktadır. Açıklaması şöyledir: "Portre, bir performanstır, herhangi bir performans gibi iyi ya da kötü etkileri vardır, doğal ya da yapay olabilir. Bu fikrin  -tüm portrelerin performans olduğu fikrinin- neden huzursuzluk yarattığını anlıyorum çünkü oturan kişi hakkında doğru sayılabilecek bir şeyleri ortaya çıkarır. Fakat olay bundan ibaret değil. Durum şudur ki oradaki şeye tamamen varamazsınız, oturan kişinin gerçek doğasını yüzeyi parçalayarak algılayamazsınız. Elinizdeki tek şey yüzeydir. Yüzeyin ötesine sadece yüzeyi inceleyerek geçebilirsiniz. Tek yapabileceğiniz bu yüzeyi hareketler, kostüm ve yüz ifadesi aracılığıyla radikal ve doğru bir şekilde manipüle etmektir."

Tüm bu okumaların sonucunda oto portre fotoğrafçılığı, bir kamera eşliğinde yapılan bir performans olup performans sanatının bir dalı olarak görülmektedir. Fotoğraf makinesinin sanatçıların performanslarını kaydetmesi ile performanslar sırf izleyiciye göre değil fotoğraf makinesinden çıkacak baskılara göre de şekillendiği için bu iki alan birbirinden hem etkilenip hem de birbirleni değişikliğe uğratmıştır. Performansı belgeleyen bir cihaz ve sanatçı arasında yaşanan bu ilişki bu cihaz yani kamera aracılığı ile bir baskıya dönüşür ve performans izleyici için sadece baskının yüzeyinde yer almaktadır. Oto portre fotoğrafçılığının önemli örneklerini incelediğimde, izleyicinin fotoğraf baskısı üzerinde deneyimlediği performansın çoğu zaman sanatçının kendi kimliğini ve etrafındakilerin onun kimliği üzerinde yarattığı etkileri sorguladığını ya da göstermeye çalıştığını gördüğümü söyleyebilirim. Kısacası sıkıntılı bir hal bu oto portre denilen illet. Bu düşünceden yola çıkarak bu güzel takıntımı Judith Butler'ın performativite teorisi ve toplumsal cinsiyet üzerine çalışmalarını okuyarak daha derinlemesine incelemeyi sürdürmek istiyor, takıntılı bir insan olduğum için kendimi şanslı hissediyorum ve size de öneriyorum.