Söyleşi: Cemil Batur Gökçeer

#10
Cemil Batur Gökçeer
Hakkında
Şener Soysal - Tevfik Çağrı Dural
Hakkında Diğer Yazıları

Cemil Batur Gökçeer ile çalışmaları, üretim pratiği, "Torun" ve Ankara'ya dair bir söyleşi.

Aslında biraz da sohbetin şekillendirdiği bir anlatı da diyebiliriz. Gökçeer'in içinden geldiği gibi dile getirdiği hikaye anlatıcılığında "Düğüm"ün masalsı haliyle bütünleşen ve hikayeymişçesine okunabilecek keyifli bir metin.

 

"Düğüm", "Mağara Albino" ve Üretim Pratiğine Dair…

Şener: Fotoğrafa belgesel ile başladın, "Düğüm" çalışmanda bambaşka bir yere geldi. Süreci anlatabilir misin?

Cemil: 2004 senesinde fotoğrafa başladım.  2010'a kadar fotoğrafı çoğunlukla etrafımda olup bitenlere bir tepki verme biçiminde kullandım. Fotoğraf o sıralar gidip öğrenmek ve içimde büyüyen kavgaya bir pratik kazandırmak anlamına geliyordu. Bu beni fotoğrafla ilk karşılaştığımda bende müthiş bir rahatsızlık uyandıran belgesel forma da bulaştırmış oldu.  Bu Dilovası çalışmam ile başladı, Çukurca oldu, Kuzey Irak oldu. Hepsinde ortak olan şey üretim sonucunda yaşadığım tatminsizlikti. O süreçte yaşadığım şeyler çok kuvetliydi. Ama fotoğrafın temsil ettiği şey, amaç ettiğim şeyi karşılamıyordu. Tatminsizlik ve fotoğrafın işlevini o süreç içerisinde sorgulayışım… Kendinden bir şey birikmiş ve Düğüm'de patlak verdi.

Düğüm hikayesi bir cin masalı görünümünde başladı. Aksaray'da bir cine aşık olmuş bir kadının hikayesini dinledim. Sonra bu kadının yaşadığını öğrendim. Bir masal anlatılıyor: "Üç gün ortadan kayboldu. Karla kaplı bir çukurun içinde bulundu, çırılçıplaktı. Geldiğinde bir cine aşık olduğunu söyledi." Bir aşk hikayesi gibi. Felaket bir merak uyandı bende. Bu merakla başlayan bir yolculuğun sonucudur Düğüm. Esasında daha ilk adımından itibaren, ailesiyle konuşmam ve etrafı biraz dolaşmam ile, asla bulamayacağımı fark ettiğim bir arayış… Hiç bir zaman bulamayacağım bir şey içerisinde fotoğraf nereye evrilecek, nasıl değişecek? Hoşuma giden de bu oldu.

Bu yüzden sürecin içerisinde sürekli fotoğrafın kendisiyle didişmeye başladım. Flaşı kullandım, kameraya hohladım, bir sürü farklı format denedim, büyüttüm, hiç beklemediğim şeylerden ürktüm. Karanlık odada, bilgisayar başında bambaşka bir süreç içerisinde buldum kendimi. Bu, fotoğrafı daha önceki pratiklerimden başka bir boyuta taşıyan bir süreç oldu. İki sene sürdü ve şu anda yapmaya çalıştığım şeyi besleyen zemini oluşturdu.

Şener: Aslında belgesel form ile belli insanların yaşamlarından kesitler anlatmak yerine, bir insanın hikayesi üzerinden izleyicilerin kendilerine ait bambaşka hikayeler bulmalarını sağlıyorsun.

Cemil Batur: Düğümün kendisi de benim için tam olarak böyle gerçekleşti. Masalı aramaya çıkan ve kendi masalıyla karşılaşırken masallarla ilgili bütün bilgisi alt üst olan bir adamdım. Bir adamla karşılaşıyorsun, "İyi de, sen niye arıyorsun. Senin bir sorunun varsa yardımcı olayım, ama o kızın hikayesini sana anlatamam."  diyor. "Yok benim bir sorunum yok." diyorum,  "Ama niye arıyorsun o zaman" diyor. Hayır tamam haklı olabilirsin, bir sorunum var. Ama öyle bir sorun değil. "Yardımcı olabiliriz bak." diye diye, benim içimdeki sorunu yüzeye tam da aradığım şeyin formunda çıkarttı. Ve gözümün önünde benim sorunum ve ben yürüyerek… Kaldığım bir pansiyon vardı terk edilmiş, bekçilik yapıyordum orada. Pencereleri kapalı odanın içinde esen rüzgar, nerden geldiği belli olmayan kedinin bacakları üstünde dikilmiş ve titreyerek belirmesi, tam olarak tüyler ürperten bir gece yaşandı ve o an fark ettim: Cin peşinde gitmek öyle yumuşak, tatlı bir serüven değil. Aşk denilen şeyin belki de en ürkütücüsü. Nasıl diyeyim, tam çıldırma anı. Hiç bir zaman başta düşündüğüm gibi olmadığını o an fark etmiştim. İlk başlarda romantik bir şekilde yaklaştığım masal o andan sonra bambaşka bir şekle büründü kafamda.

O andan sonra kadını aramaya devam etmek beni o noktaya taşıyan etkenlerin yakınında olmayı ifade ediyordu. En başından beri bir halk motifiiydi masal, kendi zamanımdaki dilini keşfetmek için bana imkan sağlayan bu zemin üzerinde gezinirken meydana geldi düğüm.

 

Çağrı: Peki fotoğraflardaki teknik form nasıl oluştu? Netsizlikler, flaş kullanımı…

Cemil Batur: Benim için formu oluşturan teknik, anlık karşılaşmalar içerisinden çıkan, karşılaştığım hikaye ve içimde birikmiş; fotoğraf diliyle ilgili yaşadığım sorunlar arasında yaşanan gerilim sonucunda çıkıyor… Mesela puslu renkli fotoğraflar Tuz gülünün yamacında, tozların içerisinden birden karşıma çıkan, yaşayanların "Biz Şeyh Saidin torunlarıyız." dediği,  gençlerinin hayatta kalabilmenin tek yolu olarak -gittikleri zaman bir kampta tutulacaklarını, ya da sınırı geçerken ölen onlarca arkadaşlarını bile bile-  kamyonun gizli bir bölmesinde Avrupa'ya gitmek olarak gördükleri bir köy. Gerçek olabilmek için çok sert bir manzara, ya da gördüğün kadarıyla tarif edilmesi imkansız bir mesafe, hem benle onlar hem de onlarla bulundukları mekan arasında. Bu gördüklerimle yattığımın ertesi sabahı aldığım bir karardı kameraya hohlamak. Eklenen tekniğin basitliği, ve yeni bir temsil ihtimali kaybetmeye başladığım bağlanmayı bana sağlayan eleman haline gelmişti fotoğrafa. Artık belli bir hikayenin bir parçası olmaktan çıktılar ve benim hikayemin seçilemez ama o an karşılaştığım hikayenin hissiyatını yanlarında taşıyan karakterlerine dönüştüler.

Neyi nasıl fotoğraflayacağım, burada bu fotoğrafı niye çekiyorum? Düğüm süresince bu soruların hepsi bir dil meselesi haline geliyordu. Aksaray'da bir pansiyonda kalıyordum. Toplumun bir şekilde dışarısına fırlamış insanların ev gibi kullandığı bir pansiyondu. Ben de cin arayan bir adamdım, öyle bir ilişkimiz vardı. Her gece içiyorduk. Bağıra çağıra çıldırdığımız bir an var bir kaç kişiyle, herkes kendince isyan ediyor.  Makineye giden elimden rahatsız oldum, flaşa takıldığını hatırlıyorum gözümün, bir silah gibi takıp tetiklerken şehirde, odada birlikte çıldırdığımız anı sürdürüyordum. Bir çeşit alan açmak istedim şehrin içerisinde pansiyonda birlikte yaşanan duyguya.

Şener: Blogunda da yazmışsın, çok hoşuma gitmişti; "Flaşı göstermek için değil, bir şeyleri aydınlığın içinde kaybetmek için kullanıyorum, deniyorum."

 

Çağrı: Devamında da evrilip Mağara Albino'ya kadar geldi diyebiliriz bu duruma.

Cemil: Flaşı o seride yapaylık üreten bir malzeme olarak, temsil edilen gerçekliği bozacak bir eleman olarak kullanmaya çalıştım. Seri de aslında turistik bir mağarada karşılaştığım aklımın almadığı bir durumdan doğdu. Rengarenk ışıklandırılmış bir mağara, ney müziği. Bir mekanı turizm için dönüştürürken yaşanan deformasyon ancak mağarada bu kadar bariz ortaya çıkar. Asıl gücü mutlak sessilik ve karanlık olan insandaki zaman algısını atmosferi içerisinde eritip gezegenle eşitleyen garip bir hiçliğe taşıyan bir mekan mağara. İlk girdiğim mağaradaki ışıklar sensörlüymüş ve dibinde 500 metrelik bir uçurumun önünde ışıklar sönünce içine girdiğin şokta İsa'yla Barış Manço aynı anda sana görünebilir. Bir adım geri attığında yanan ışık ve cana gelen ney sesi. Bu sahnedeki absürtlüğü eskiden turistik olan ama terkedilmiş bir mağarada kendi kendime, soyunup üstüne gitmek istedim. Karanlığı ve mağarada bulduğum muhteşem gücü devam ettirmek isterken bir yandan da ilk gittiğim mağaradaki absürdlükle koyun koyuna olduğumun farkındaydım.

Girdim içeri, feneri söndürdüm, soyundum. Arada birileri gelince yavaş yavaş giyiniyordum, gidiyorlardı yine soyunuyordum. Fotoğraf çekmeye başladım flaşla. Bakınca anlamsız bir çaba içerisindeyim. Bir yoğunluk yakalamıştım ama fotoğraflamak hiç olmadığı kadar sürekli bu yoğunluğu bölen bir pratiğe dönüşüyordu. Sonrasında mağaradaki o milyonlarca yılda oluşmuş atmosferini düşünüyordum. Karanlık odada bu formu taklit etmeye karar verdim. Bu taklit mağarada fotoğrafın yaşatttığı bozum hissini negatifin yüzeyinde de devam ettirmekti aynı zamanda. Negatifleri gerip üzerine geliştiriciyi damlatarak geliştirdim filmleri.

Bu arada turistik yerlerde geziyordum, Kapadokya, Pamukkale, Alanya. Mağaralar da Toroslardaydı, bir mağaraya bir plaja, altında arabası ordan oraya savrulan yeniden doğdu doğacak çağdaş kahraman. Kendi kendimle dalga geçmem bir yana, tüm o turizm içerisinde yine beni öfkelendiren bir şey olmasaydı o kadar gezinemezdim. Sonra mevzu pek de farklı düzenlenmeyen Ankara'nın kamusal alanlarına sıçradı. Melih Gökçeğin müthiş Şangay aydınlatma düzenekleri de, tatil köylerini tasarlayan mantıktan pek farklı değil. Onun yarattığı görselliği ekledim seriye. Bu arada Boğaz'dan da daha yeni geçtim. O ışıklar ne profesyonel yapılmış içinden bakınca, homojen dramatik bir yapısı var. Az kaldı, geçmişe geleceğe falan gittiğini sanacak insan. Ve sanırım bu tip kamusal alan düzenlemelerinin en önemli becerisi bu: Bu görsel ritme yakalanan göz, şehrin zamansallığından ağır ağır koparılırken, hazırda bekletilen talanlar için tatlı bir kıvama getiriliyor. Bundan bu kadar kıllanan beni bile Atakule çok yorgun olduğum bir gün yanıp sönen gövdesiyle uzun bir zaman kitlemişti.

Gençlik Parkı'nı da görmeniz lazım. Sinek görüntülü ledler var. Arı falan… Yerde duruyor… Bunlardan bir tanesi insanların üzerine düşmüş. Fotoğrafını çekince artık güzel olmaya başladı.

 

Şener: Senin için baya şenlikli bir hale gelmeye başlamış.

Cemil Batur: Zamanın absürdlükleri öyle bir boy atmış ki onunla dalga geçmez ya da onunla oynamazsan seni kolaylıkla yıldıracak ve etksisiz hale getirecek gibiler.

Çağrı: Deneysel çalışmayı sevdiğini rahatlıkla çıkartabililyoruz. Klasik bir tarz oturtmaktan ziyade anlık duygusal durumlarla fotoğraf oluşturuyorsun. Projelerim söz konusu olduğunda ben öncesinde oturup düşünüyorum, biraz daha teknik kalıyor galiba.

Cemil Batur: Walter Benjamin, "Brecht'i Anlamak" kitabında şöyle bir vurguda bulunuyor: "Bir eserin zamanın üretim ilişkileri karşısındaki konumu nedir? Onları onaylıyor mu, yani gerici mi; yoksa onları yıkmayı mı amaçlıyor, yani devimci mi?" Ve bu soruyu eserin zamanın edebi ilişkileri içerisindeki işlevine, yani sanatçının edebi tekniğine ikişkin bir soruya dönüştürüyor. Kendi sürecimde tekniği dilsel bir mesele olarak görüyorum.Bu dilsel meseleyi bir kuramcı ya da akademisyen gibi değil de, yaşayan ve tepki veren bir sosyal birey olarak ele alıyorum. Bu senin yaptığın gibi düşünmek demek, ve belli kararların kendiliğinden işin bir parçasına dönüşmesi anlamına geliyor. Fotoğraf dilinin kapalı bir sanatsal ya da yapılı bir tarihsel düzlemden değil; yaşayan, ürettiğim ve karşılaştığım bir organizma olarak görmeyi ve sıradan bir şekilde, ilkel yöntemlerle onu yeniden üretmeyi deniyorum.

Geçen gün ne yaptığımı anlatayım: Ankara'da biber gazı ile gittikçe daha çok karılaşıyoruz. Sakarya'da yürüyorum, gözleri yaşarmış elleri ağızlarında insanlar bir yerlere gidiyorlar. Gazın nerden geldiği belli değil, havaya sinmiş sanki. Baya bilim kurgu sahnesi. Kimse şaşırmıyor, gözler yanıyor, bir iki küfür, sonra kahve içmeye devam. ODTÜ'deki olaylarda mümkün olduğu kadar bulunmaya çalıştım ama fotoğraf çekesim gelmedi. Nasıl yapacağımı bulamadım. Sonra gidip biber gazı satın aldım. Zeynep'in eline kamerayı verip biber gazını sıktım kendime… Renkli flaşla, biber gazıyla kıvaranan beni fotoğrafladı. Sonuçlar hoşuma gitmedi pek, ama biber gazı ile ilgili yapmak istediğimi kendi üzerimden yapmak teknik bir karardı, temsil etmek için krize yönelmektense kendimi merkeze alan bir kriz yaratma çabasıydı. Renkli flaş ise sıradanlaşmış, havaya sinmiş biber gazını, bir bar atmosferi içerisine sokuşturma niyetiydi. Bunlar kararlardı, ama sonuç hiç tatmin etmedi. O yüzden teknik kararlar evet mühim, ama Mağara serisindeki gibi bir kendiliğindenliği ya da anın içerisinden çıkan kuvvetli bir buluşmayı barındırmadığı zaman tıknaz kalabiliyorlar.

Şener: Sen kendinle kavga ediyorsun daha çok. Biber gazı da bunun işareti.

Cemil Batur: Eskiden daha çok dışımla yapardım bu kavgayı. Dışıma taşıdığım, dışarısına yansıttığım bir eylemdi. Şimdilerde dengesini bulmaya yaklaştığımı hissediyorum. Yoksa yapayalnız bir adam olacağım.

 

Şener: Belgesel projelere başlaman, Yüksekova'ya gitmen bu yüzden galiba biraz da.

Cemil Batur: "Bahçede Biri Var", Yüksekovalı bir komşumla ilişkim sırasında farkına vardıklarım ve annemden tutun da televizyonda dönüp duranlara kadar bir çok şeye kızışmam yüzümden çıktığım bir yol. Ama o zamanlar fotoğrafın dilsel nitelikleriyle şimdiki gibi içli dışlı olmamam o işi zayıf bıraktı. Senden evvel çok manipülatif bir şekilde yapılandırılmış siyasi bir soruna bu kadar dışardan yola çıkmak daha başından sorunun habercisi. Oysa şimdi daha çok farkediyorum ki, fotoğrafının dilsel özelliklerinde Ankara – Çukurca arasındaki yoldan çok daha uzun ve her anı konunun iliğinde gerçekleşen bir yol var.

Şener: Ekşisözlük'te senin için "Çok iyi belgesel fotoğrafçıdır yazıyor." Okuyunca şaşırdım ben de. Şu an yaptığın işe göre baya farklı bir yerden başlamış oluyorsun. Belki o yüzden de şu an daha sağlam ilerliyorsun diye düşünüyorum. Çünkü ne yapmak istemediğini çok net biçimde biliyorsun.

Cemil Batur: Evet, 6 sene kadar onla çok ciddi ve inanarak uğraştım. Bu süreçte fotoğrafın kör noktalarını körleşerek yaşadığımı söyleyebilirim.

Şener: Sanırım burada "Düğüm" çalışman da işine yaramış. Sonuçta başka bir yerden başlayıp aslında tamamen kendine dönmüşsün. İşlerini ilk kez Ufat'ta gördüğümde diğerlerinden sıyrılıyordu. Etkilenmeme rağmen yine de tedirginliğe düşmüştüm. Çünkü gerçekten içtenlikle, iyi niyetle yapılan çalışmaları bulmak, seçmek zor. Zamanla yaptıkların ve blogundaki ufak şeyler bile seninle ilgili fikir verir hale geldi. Turgut Uyar'dan bir alıntı yapmışsın mesela, sanata bakış açısıyla ilgili. "Sanatta herkes ustalaştıysa bir sorun vardır. Farklı bir arayışa,yeni bir dile geçmek gerekiyor." demesi çok doğruydu. Evet, Cemil Batur Gökçeer her taraftan kendini doğruluyor kendi çizgisinde bir şekilde ilerliyor diye düşünmeye başladım. "Cemil Batur kimdir?" deseler rahat rahat anlatabileceğim bir hale gelmiş oldu.

 

'Torun'a Dair…

Çağrı: Torun nasıl doğdu? Mekanın kuruluşunu ve dönüşümünü anlatabilir misin?

Cemil Batur:  Çok zayıfım aslında, dengem çok kolay bozulabiliyor. Hiç bir şey yapamaz hale çok kolay geliyorum. O yüzden bir şey varsa, onu muhafaza edip korumak ve ona tutunmak istiyorum her zaman. Ankara da öyle bir şey, o yüzden seviyorum. E seviyorsan ve burada da senin gibi insanlar varsa, Zeynep, Murat, Amir, Oğuz, Utku, Özge, Mehmet, daha sayarım da… Söyleneceğimize bir şey yapalım ve kendimiz görelim dedik.

Bir gece, uzun uzun birikmiş olan isteğe, içki masasında bir kişinin daha dahil olmasıyla tutulan bir mekan orası. Boyaması, sergilenebilir hale getirmesi… beraber çaba harcayıp her akşam boyalar içerisinde yenen kebaplardan daha lezzetli bir şey hatırlamıyorum.  Ve ilk serginin açılması… Doğduğu anki enerjiyle gittiği sürece Torun güzel ve anlamlı bizim için. Tam olarak da süreç içerisinde getirip götürdüğü şeylerle yeniden tanıdığımız ve anladığımız bir mekan. O yüzden bir seçim yaparken kendi yargılarımızı geri plana atıp karar veriyoruz. Kimi sergileri ben beğeniyorum, Zeynep beğenmiyor; Amir beğeniyor, ben beğenmiyorum. Böyle çok değişken bir atmosfer var ve sürekli öğrenilen bir şey yaratıyor. Herkesin neyi sevdiğini tartışıyoruz ve bundan sonraki aşama için karar alabilen bir hale gelmeye çalışıyoruz. Çünkü sadece sanatçılara bir mekan sağlamaktan ziyade karar alabilen ve iyi etki edebilen bir mekan olma çabasındayız. Mutlak bir şeye doğru gitmiyoruz, deneye deneye yol alıyoruz. Her zaman eleştirmek gerekiyor, sözü sakınmamak lazım. Sert olabilmeyi göze almak, sürtüne sürtüne devam etmek. Ama öldürmemek de gerekiyor, çabayı en azından…

Şener: Torun ismi nereden geldi bu arada?

Cemil Batur: Ben koymuştum. Sesinin ve anlamının sürekli çelişen bir hali var. Torun torun torun.. Sanki nordik bir tanrının ismi gibi, tekrarlandıkça hırıltıya dönüşebiliyor. Ama baksan torun yani… O yüzden anlamı değiştirme gücünü içinde saklayan bir kelime gibi geliyor.  O yüzden çok sevdik.

Şener: Bu çağrışımlarıyla ismi de mekanın bahsettiğin yapısını da anlamlandırıyor, tam örtüşüyorlar.

Cemil Batur: Bir arkadaş mekansal bir deney yaptığımızı söylemişti. Deneyi oluşturan malzeme kişilerin yapacakları ve bu toplamdan ortaya çıkan enerji. Bunun içerisinde karar alarak olanı değerlendirme becerisini gösteren bizler… Bir sonraki adımı nasıl atacağımıza dair bir özeleştiri, tartışmalar. Deneyin kendisi bu.  Bizim bir şeyler yapmamız, deşifre etmemiz, kendimizi anlatmamız lazım. Yoksa Ali Artun'un dediği gibi amme hizmeti yapmaktan öteye gidemeyeceğiz. Güzel sergiler olacak, bir sürü insan ilişki kurmuş olacak. Ama etkinin kalıcı olabilmesi için bir sorumluluk hissediyoruz üzerimizde ve daha çok çalışmamız gerekecek.

 

Çağrı: Çalışmalarını ve Torun'u anlatırken ara ara karşımıza Ankara'yla ilişkin çıktı. Yine de sormak gerektiğini düşünüyorum; Ankara'da yaşam nasıl gidiyor?

Cemil Batur: Başarılı insanlar var gördüğün ve izlediğin, Ankara'da değiller. Nedenlerini tam olarak bilemiyorsun, uzaksın. Ve nedenselliği sorgulayabilecek filtrelere sahip değilsin. Eskiden sosyal ve siyasal mevzularla iligili fotojurnalizm sanki daha doğru bir yerde duruyormuş havası verirdi uzaktan. Ben de ona takılmıştım bir aralar. Sonralarında ne kadar muhafazakar olabileceğini farkettiğimde uzak durmayı tercih ettim. Sanat camiası da çok itici geliyordu bana Torun'u yapana kadar. Aşamıyorsun bunu Ankara gibi bir yerde. Bunun örneklerini samimi bir şekilde üreten adamların yanında olmadıkça, onları tanımadıkça aşamıyorsun. O yüzden değerlendirme mecralarının faal olması lazım ve bunun üzerine dil dökmek lazım. Ya da üreten adamın ülkede olup biteni şekillendiren yerlerdeki havayı soluması lazım. Torun şimdi bizim için bunun yerel alanı.

Çağrı: Evet, İstanbul'da çok fazla üretim var belki ama değerlendirme mecrası gelişmiyor. Elbette yapanlar var ama bu üretim karşısında yeterli miktarda değil. Dolayısıyla çıkıyorsunuz galerilerde, fuarda şıkır şıkır giyinen insanlar borsa senetlerinden bahseder gibi işlerle ilgileniyorlar. Bir yandan bunun içine çok fazla sürüklenmişken bunun gerçekten de sanatsal olarak geliştirilmesi olmayınca… Denizde yüzüyoruz, engin ve güzel ama suyu Marmara gibi, temiz değil. Ankara'nın buradan uzak olması bu yönden avantajlı ve daha keyifli olabilir.

Cemil Batur: Benim için en büyük avantajı o. Uzun süre hiç bir yere bulaşmadım; edebiyat, sinema, müzik gibi geniş izleyiciye kolayca ulaşan sanatlardan etkilendim. Fotoğraf anlamında  uzun süre izoleydim ve kendi yaptıklarım üzerinden kendi kendimi eleştirmemden gelişti dilim.

O yalnızlık hali ve izole olabilme şansı Ankara'nın en kıymetli tarafı. İnsana dair daha çok şey var orada. Ankara'daki birkaç arkadaşımla oturup tartıştıklarım, konuştuklarım üzerinden bir şeylere şekil verme, karar alma, vicdan oluşturma, beğeni geliştirme… benim için Ankara'nın dinamiğini bunlar oluşturuyor diyebilirim.

Çağrı: İstanbul ve İzmir'den sonra Ankara bana çok da büyükşehir hissiyatı vermiyor. İstanbul'da ve İzmir'de konumsal durumdan dolayı çok merkez var ama Ankara tek merkezli bir şehir. Atatürk Caddesi, Gazi Mustafa Kemal Caddesi ve kesşitiği yer Kızılay. Gidiyorsun Ulus, çıkıyorsun Sıhhiye. Dolayısıyla yaşam tarzı olarak da bu küçük merkeze uyum sağlanmış gibi duruyor.

Cemil Batur: Gerçekten şehirde olan çoğu şeyden kendini uzak tutamıyorsun. İnsanlardan, kişilerden… Bu küçüklük, seçimsizlik hali, insan bozması düzenekleri ilkel bir şekilde gözlemleme fırsatı da veriyor ilgilenene. Ve aynı küçük ölçeklilik sebebinden benzer bir niyetle başka alanlarda hareketlenen insanlarla beraber hareket eder buluyorsun kendini.

Ben zaten saplantılı bir adamım ve saplantım kendime dönmüş durumda. Ama Ankara'da da saplantılı bir sürü adam var, kendimi rahatsız hissetmiyorum. Saplantımdan ötürü mahçup değilim. Bu gibi adamların beraber hareket edebilecekleri bir ortam da var Ankara'da. Başarılı olmak falan değil, sadece bir saplantıdan ötürü bir şey yapıyorlar, yapmak onları mutlu ettiği için. Torun biraz öyle bir şey. Kimsenin büyük başarılar hedeflediği falan yok. Ama herkes belli bir ortak saplantıdan hareketle birbirlerine tolerans göstererek hareket ediyor ve birlikte yaşamayı öğreniyorlar. Ki bu güzel bir şey. Sen bunu kendin öğrenmezsen birileri sana nasıl yaşanacağını kendi yöntemleriyle öğretiyor.

Küresel pazarın biçtiği yerlerdeki başarının antitezini sadece bir birliktelik içerisinde oluşturulabileceğini düşünüyorum. Yalnız bir adam "a" yarışması ya da "b" masterclassı ile ortaya çıkan başarı imajını kendi varoluşunun bir parçası zanneder. Bunları önemsememeyi bana Ankara veriyor gibi, birliktelik veriyor gibi. En azından başka bir başarıyı tanımlayabilme gücü veriyor. Onu da tam olarak tanımlayabilir değilim ama ne olmadığını çok iyi biliyorum.

Şener: Şimdi İstanbul'a bir şekilde gelmiş oldun. Yakında -galiba ismini henüz veremeyeceğimiz bir sanat kurumunun- grup sergisinde de yer alacaksın. Artık sadece Ankara'dan bakmıyorsun, İstanbul'u yerinde de görebiliyorsun. Şu an İstanbul nasıl görünüyor sana?  

Cemil Batur: Hep misafir gibiyim, o güzel. İyi ağırlanıyorum, ben işime odaklanıp döneyim Ankara'ya diyorum. Ama bir taraftan bu işimle ilgili ortaya çıkan yeni trafik bende bir boşluk yaratmıyor değil. İşlerim kendi kendime kavga ettiğim şeylerdi. Şimdi bu trafiğin kavgama ne katacağını merak ediyorum.